TRT Diyanet TV’de yayınlanan ve alanında uzman konukların yer aldığı “Farklı Bakış” programında medya ve din ilişkisi, sosyoloji ve kelam disiplinleri bakımından ele alındı.
Programa konuk olarak katılan Prof. Dr. Mustafa Macit medya ve din ilişkisini sosyoloji açısından değerlendirirken Doç. Dr. Faruk Sancar da kelam perspektifinden medya ve din konusundaki yaklaşımları anlattı.
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Macit, “dinin” ve “medyanın” her ikisinin de toplumsal bir gerçeklik olduğunu dile getirdi. Tarihsel süreciyle medya ve din arasındaki ilişkiyi anlatan Macit, şunları söyledi:
Medyada, dini imge ve semboller “sessizdi”
“Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar, dini imge, simge ve semboller “sessizdi”ler. Modernitenin ilk dönemleriyle birlikte aslında din, özellikle Batıda, sonra da modernleşme yolunda ilerleyen ülkelerde, diğer alanlardan elini eteğini çekmeye başladı. Bu çerçevede birey ile Tanrı arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir form veya araç olarak bireyselleşti. Zaten modernitenin erken dönemleri itibariyle beklenen de dinin ölmesiydi, hatta birileri dinin öldüğünü bile ilan etmişlerdi. Hatta Batıda yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar, dinin klasik sekülerleşme teorileri çerçevesinde öngörüldüğü şekliyle yok olduğuna dair göstergeler de toplumsal pratikte baş göstermişti. Bu çerçevede medyada dinin sessizliği olarak tanımladığımız şey, dinin bu sekülerleşme süreci itibariyle dönemin genel atmosferi içerisindeki genel sessizliğin ifadesi.”
Eşik bekçilerinin medyadaki dinî içeriklere etkisi
“Geleneksel medya anlayışında “eşik bekçileri” vardı. Gazetelerde, dergilerde veya televizyonlarda, neyin içeri alınacağına, neyin yayınlanıp neyin yayınlanmayacağına karar veren otoriteler söz konusuydu. Bu eşik bekçileri kavramı, medyadaki editöryal süreçler için kullanılır, ama aynı süreç din için de geçerliydi. “
“Yeni medya ile birlikte dinin konumunda birtakım değişmeler meydana geldi”
“Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren medya, o geleneksel medyanın yerini yeni medya dediğimiz araçlar alınca, artık o eşik bekçilerinin rolleri ortadan kalkmaya başladı. Yani bireyler, hem haberin üreticisi veya medya içeriğinin üreticisi, hem de tüketicisi haline geldiler. Bu çerçevede artık, medya liberalleşirken, demokratikleşirken, ister istemez, karşı tarafta bulunan dinin konumunda veya toplumsal anlayışında da birtakım değişmeler meydana geliyordu.”
Medya, din ve kamusal alan
“Medya ve din ilişkisinin dinamiğinde, temel arka planına baktığımızda şöyle bir şey görüyoruz: Din, medya alanında, insanlar birer üretici ve tüketici denkleminde bir araya gelirler. Bu çerçevede bir kamu alanı oluşur ve bu kamu alanına dahil edilen her ne varsa, bu kamu alanının gereklerine uyduğu ölçüde içeri alınır. Uymadığı durumlarda, törpülenir veya değiştirilir. Bu çerçevede baktığımızda bugün medyada din, kendi adına, kendi lehine, kendisi aracılığıyla veya kendi aleyhine medya içeriği üretilip arz edilebilecek bir alandır. Bu alanın temel dinamiklerinden birisi de arz-talep dengesidir. Karşınızda bir kitle var ve siz o kitleye medya içeriği üretip satmak istiyorsanız, kitleler bazında tüketilmesini sağlamak istiyorsanız, kitlelerin temayüllerini göz önünde bulundurmanız gerekiyor. Yoksa, aksi takdirde kitle sizin mesajınızdan haberdar olmaz, mesajınıza dikkat etmez, mesajınızı öğrenmez ve nihayetinde ikna olmaz.”
“Dindarlık biçimleri de, görsel kültürden nasibini alıyor”
“Medya, arkasındaki tüketici kapitalizm dediğimiz, kültür endüstrisi kavramı etrafında şekillenen mantığı itibariyle, geleneksel veya gündelik hayat içerisinde kültürel veya dini diyebileceğiniz bütün hassasiyetleri metalaştırıp satmak üzere kurulmuş bir sistemdir. Artık her şeyin görünür olduğu bir dünyada, görselleşmenin veya ikonik bilinçlerin hâkim olduğu, kitlelerin ön plana çıktığı bir dünyada, siz medya piyasasında, hangi hassasiyet adına olursa olsun, iş görebilmek için, bu hassasiyetleri bir şekilde, görselleştirmek durumundasınız. Dindarlığın çeşitli biçimleri de bundan nasibini almaktadır.”
“Medya dini tutumları değiştirebilir”
“Medya dediğimiz şey, tutum oluşturma, değiştirme veya herhangi bir tutumu kuvvetlendirme sürecidir. Siz o aracı, din adına bir tutum geliştirmek için kullanabilirsiniz. Dini bir tutumu pekiştirmek için veya olumsuz gördüğünüz, size göre sağlıksız addedilen bir tutumu değiştirmek için kullanabilirsiniz. Ama bunu nasıl yaptığınız çok önemli. Bunu önemli hale getiren süreçlerden bir tanesi de, kültür endüstrisi dediğimiz medya piyasasının genel mantığıdır. Dolayısıyla, “ben hem kitlelerin hakikatini göz önünde bulunduracağım hem İslam’ın hakikati iddiasını güdeceğim hem de bu kültür endüstrisinin genel mantalitesi içerisinde hareket edeceğim derseniz” işiniz çok zor. Çünkü kültür endüstrisinin ürettiği ürünler, bugün artık son tahlilde kitleler öyle istiyor diye yapılır.”
“Sanal cemaatlerde, müridin yerini takipçi almıştır”
“Gündelik hayattaki dini grupların bir benzeri de sanal ortamlarda oluşmaya başladı. Kitle iletişimi dediğiniz anda, kitle psikolojisinden bahsetmeniz gerekiyor. Kitle psikolojisinin de temelde üç özelliği vardır. Birincisi anonimlik, ikincisi bulaşıcılık, üçüncüsü de her türlü etkiye açık olmak. Anonimlikten kastımız, bireysel sorumluluk duygusunun ortadan kalmasıdır. Bulaşıcılık dediğimiz şey, herhangi bir duyguyu, davranışı ve benzeri şeyleri taklittir. Üçüncüsü de başat konumda olan araç veya otoritelerin yapmış olduğu davranışları veya onların göstermiş olduğu tutum ve davranışlarından sonuna kadar etkilenme durumudur. Bu çerçevede baktığınızda sanal ortamlarda oluşan genelde grup dinamiğinin de aslında, kitle psikolojisi çerçevesinde geliştiğini söyleyebiliriz. Gündelik realite içerisindeki dini gruplara baktığımız zaman, orada bir otorite, lider ve mürit ilişkisi söz konusudur. Ama bunun sanal ortamlara taşınmış şeklinde, dini lider veya otorite ile takipçisinin ilişkisi konuşulması gerekir. Yani müridin yerini takipçi almıştır. Gündelik hayatta yüz yüze etkileşimin bir doğası gereği, siz o ilişki ve etkileşim çerçevesinde siz bir toplumsallaşma gerçekleştiriyorsunuz. Ama sanal ortamda daha çok, kitleleştiğiniz söylenebilir. Nihayetinde sizin bağlandığınız veya takip ettiğiniz kişiyle aranızdaki şey bir “tık” mesabesindedir. “Takibi veya bağlantıyı kes” dediğinizden itibaren onunla ilişkiniz değişebilmektedir.”
Sancar: “Medya eliyle din, ‘marketing’ unsuru olmaktan bir türlü kurtarılamadı.”
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Faruk Sancar da, medya ve din ilişkisini, modern toplumlardaki sekülerizm, kapitalizm ve modernizm kavramları etrafında değerlendirdi. Sekülerliğin, dinin insanın hayatından, dilinden, bütün değerler sisteminden tamamen izole edilmesi olarak tanımlayan Doç. Dr. Faruk Sancar, seküler toplumlarda medyanın bir tüketim öznesi haline geldiğini ifade etti. Medyada konuşulan her şeyin de buna dahil olduğunu belirten Sancar, şunları söyledi:
"Din kendini tebliğ gibi bir misyonla sorumlu tutuyorsa, dinin medyayı kullanması gayet makul bir şeydir. 90’lı yıllarda sürekli okuduğumuz, tanıdığımız düşünür ve yazarların şöyle bir bakışı vardı: ‘Bir medyamız olsa, televizyonumuz olsa’. Oldu da sonraki dönemlerde, ama şunu gördük yine medya eliyle din, ‘marketing’ unsuru olmaktan bir türlü kurtarılamadı. Bu sadece, seküler kanallar, medyalar, yayın organları aracılığıyla değil, İslamî tandanslı, kendisini İslam’a nispet eden, İslamî duyarlılığa nispet eden gruplar tarafından bile, bir türlü o ‘marketing’, alınır satılır, şablondan kurtarılamadı. Bu, seküler bir dünyada yaşıyorsak, istesek de istemesek de böyle bir dünyada yaşıyoruz, buna karşı bir meydan okuyuş bir Müslümanın elbette sergilemesi gerekir. Bu dünyanın kurallarına göre hareket etmek istiyorsan, televizyonlarını, medyalarını, yayın organlarını buna göre kurguluyorsan, onların karşılaştığı akıbetle, yani bir tüketim nesnesine dönüşme tehlikesiyle din ve dine ait şeyler maalesef doğal bir sonuç olarak karşılaşabilecek gibi maalesef gözüküyor.”
Müslümanlar, medyada başarılı oldu mu?
“Biz hep şöyle diyorduk, 90’lı yılların başına kadar. Muhafazakar dini düşünceye sahip insanların kendi dini telakkilerini anlatabileceği, kendi pr çalışmalarını düzgün yapabilecekleri düzlemler yoktu. Daha ziyade, edilgen ve pasif durumdaydık. Birileri, bizi tarif ediyordu. Kesinlikle örnek alınamayacak, kesinlikle selam verirken bile çekineceğimiz, anında sana ihanet edebilecek bir dini figürün yansıtıldığını.. Biz diyorduk ki, biz böyle değiliz, bizim bununla bir alakamız yok. Bu sebeple yayın organlarına, medyaya bizim el atmak suretiyle aslında gerçek hakikati bizim ortaya koymamız gerekir gibi bir iddiamız vardı. Ama doğrusu, çok başarılı programlar, yayınlar olmakla birlikte homojen, yeknesak bir tarzda, evet öyle, düzgün bir yayıncılık hayatı sergilediğimizi ben söyleyemem.
Sanal âlem ve dinî kimlik “İnternet çağından önce, herhangi bir hocanın, herhangi bir konudaki sınanabilir, anında itiraz edilebilir, yanlışlanabilir bir şeydi. Dijital çağla, internetle birlikte öyle bir furya çıktı ki, o furyada, tabi ki üzücü, dramatik bir tarafı da var bunun. Herkes kendine ait bir dini söylem ortaya atıyor. Bu dinî söyleme anında müşteri bulabiliyor ve bu müşterileriyle bir kitle oluşturup sanal bir cemaat oluşturabiliyor. ben şurasına hak veriyorum. Dinle, kendisini tebliğ etmek istiyorsa, kendi mesajını ulaştırmak istiyorsa, medya dediğimiz müthiş bir imkan.”
Medyada, dini konularda bir denetleme sistemine ihtiyaç var
Bir denetleme kuruluna ihtiyaç var. Hemen şöyle bir soru geliyor. Bizde ruhbanlık mı var, veya kısıtlamak mı istiyorsunuz? Ruhbanlık, tek bir hakikatin bütün toplum katmanlarına nüfuz etmesini ister. Benim söylemek istediğim şey böyle bir şey değil. Mevcut geleneksel birikimin herhangi birisine uzaktan ya da yakından selam veren her yoruma, saygı duyulabilir. Ama hiç uzaktan bile selam verilmeyecek, İslam âlimlerinin neredeyse hiçbirinin onayını alamayacak dini görüşlerin, dini yaşantının, dini bir hayat tarzının dini bir program etiketi altında sunulması bence devletin müdahale etmesi gereken alanlarından bir tanesidir. Sosyal medyada dindarlık nasıl şekilleniyor? Polemik yaratma konusunda, belirli değerleri sarsma konusunda sosyal medyanın bir başarısından söz edilebilir. Ama ben sosyal medyanın inşacı bir karakter olabileceğini ben düşünmüyorum. Sosyal medya üzerinden örgütlenen yapıların inşaî bir, yani halka doğrudan temas etmeyen bir modellemenin başarılı olacağı kanaatinde değilim. Mesela, sosyal medyada bir hoca izliyorsunuz. İzlediğiniz hoca aslında gerçek değil. İzlediğiniz hocanın stüdyonun dışına çıktıktan sonra ne yaptığına dair hiçbir bilginiz yok. O hocanın gerçekte dini ritüellerle arasının nasıl olduğunu dahi bilmiyorsunuz. Teorik olarak bir şeyler konuşuyor, ama o kadar. Dikkat edin, orada sanal bir karakter var.
Dini programlardaki olası tehlike
Mecid Mecidi’nin “Muhammed (as)” filminde, Hz. Peygamberin çocuk olarak gösterilecek olması, mesajın önüne geçer. Artık mesajın muhtevası kaybolur, zatın bizatihi kendisi Muhammed (as) ile özdeşleşebilir. Ben kendimde böyle bir tehlike yaşamazdım. Ama insanların bir kısmının böyle bir tehlike yaşama ihtimali var. Televizyonda sunulan dini programların da maalesef böyle bir yönü var. Şahsın kendisine yönelik bizatihi aşırı vurgular, bir süre sonra şahsın anlattığı dini telakkiden çıkıp, bizatihi zatın ön plana çıkmasına sebep olabilir. Bu işte, tehlikeli unsurlardan bir tanesi.
“Dinî hayata yönelik en büyük tehdit medyadan geliyor”
“Klasik dönemde, İslamî hayata yönelik en büyük tehditler, Yahudî ve Hıristiyan geleneğinden geliyordu. Polemik kültürü de daha ziyade bunlar arasında oluyordu. Ama modern dönemde öyle görünüyor ki, İslam’a, İslamî dinî hayata yönelik en büyük tehdit, medyadan geliyor. Burada gördüğümüz şey, maalesef, özellikle İslamî yayın hayatında, dinî medya diyebileceğimiz grupların da, Batı dünyasının temel propaganda aracı olan, sekülerizasyon, kapitalizm ve modernizm denilen şeyleri bütünüyle adını koymaksızın içselleştirmeleri ve aynı piyasa üzerinden hareket etmeleridir.”
Programa konuk olarak katılan Prof. Dr. Mustafa Macit medya ve din ilişkisini sosyoloji açısından değerlendirirken Doç. Dr. Faruk Sancar da kelam perspektifinden medya ve din konusundaki yaklaşımları anlattı.
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Macit, “dinin” ve “medyanın” her ikisinin de toplumsal bir gerçeklik olduğunu dile getirdi. Tarihsel süreciyle medya ve din arasındaki ilişkiyi anlatan Macit, şunları söyledi:
Medyada, dini imge ve semboller “sessizdi”
“Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar, dini imge, simge ve semboller “sessizdi”ler. Modernitenin ilk dönemleriyle birlikte aslında din, özellikle Batıda, sonra da modernleşme yolunda ilerleyen ülkelerde, diğer alanlardan elini eteğini çekmeye başladı. Bu çerçevede birey ile Tanrı arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir form veya araç olarak bireyselleşti. Zaten modernitenin erken dönemleri itibariyle beklenen de dinin ölmesiydi, hatta birileri dinin öldüğünü bile ilan etmişlerdi. Hatta Batıda yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar, dinin klasik sekülerleşme teorileri çerçevesinde öngörüldüğü şekliyle yok olduğuna dair göstergeler de toplumsal pratikte baş göstermişti. Bu çerçevede medyada dinin sessizliği olarak tanımladığımız şey, dinin bu sekülerleşme süreci itibariyle dönemin genel atmosferi içerisindeki genel sessizliğin ifadesi.”
Eşik bekçilerinin medyadaki dinî içeriklere etkisi
“Geleneksel medya anlayışında “eşik bekçileri” vardı. Gazetelerde, dergilerde veya televizyonlarda, neyin içeri alınacağına, neyin yayınlanıp neyin yayınlanmayacağına karar veren otoriteler söz konusuydu. Bu eşik bekçileri kavramı, medyadaki editöryal süreçler için kullanılır, ama aynı süreç din için de geçerliydi. “
“Yeni medya ile birlikte dinin konumunda birtakım değişmeler meydana geldi”
“Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren medya, o geleneksel medyanın yerini yeni medya dediğimiz araçlar alınca, artık o eşik bekçilerinin rolleri ortadan kalkmaya başladı. Yani bireyler, hem haberin üreticisi veya medya içeriğinin üreticisi, hem de tüketicisi haline geldiler. Bu çerçevede artık, medya liberalleşirken, demokratikleşirken, ister istemez, karşı tarafta bulunan dinin konumunda veya toplumsal anlayışında da birtakım değişmeler meydana geliyordu.”
Medya, din ve kamusal alan
“Medya ve din ilişkisinin dinamiğinde, temel arka planına baktığımızda şöyle bir şey görüyoruz: Din, medya alanında, insanlar birer üretici ve tüketici denkleminde bir araya gelirler. Bu çerçevede bir kamu alanı oluşur ve bu kamu alanına dahil edilen her ne varsa, bu kamu alanının gereklerine uyduğu ölçüde içeri alınır. Uymadığı durumlarda, törpülenir veya değiştirilir. Bu çerçevede baktığımızda bugün medyada din, kendi adına, kendi lehine, kendisi aracılığıyla veya kendi aleyhine medya içeriği üretilip arz edilebilecek bir alandır. Bu alanın temel dinamiklerinden birisi de arz-talep dengesidir. Karşınızda bir kitle var ve siz o kitleye medya içeriği üretip satmak istiyorsanız, kitleler bazında tüketilmesini sağlamak istiyorsanız, kitlelerin temayüllerini göz önünde bulundurmanız gerekiyor. Yoksa, aksi takdirde kitle sizin mesajınızdan haberdar olmaz, mesajınıza dikkat etmez, mesajınızı öğrenmez ve nihayetinde ikna olmaz.”
“Dindarlık biçimleri de, görsel kültürden nasibini alıyor”
“Medya, arkasındaki tüketici kapitalizm dediğimiz, kültür endüstrisi kavramı etrafında şekillenen mantığı itibariyle, geleneksel veya gündelik hayat içerisinde kültürel veya dini diyebileceğiniz bütün hassasiyetleri metalaştırıp satmak üzere kurulmuş bir sistemdir. Artık her şeyin görünür olduğu bir dünyada, görselleşmenin veya ikonik bilinçlerin hâkim olduğu, kitlelerin ön plana çıktığı bir dünyada, siz medya piyasasında, hangi hassasiyet adına olursa olsun, iş görebilmek için, bu hassasiyetleri bir şekilde, görselleştirmek durumundasınız. Dindarlığın çeşitli biçimleri de bundan nasibini almaktadır.”
“Medya dini tutumları değiştirebilir”
“Medya dediğimiz şey, tutum oluşturma, değiştirme veya herhangi bir tutumu kuvvetlendirme sürecidir. Siz o aracı, din adına bir tutum geliştirmek için kullanabilirsiniz. Dini bir tutumu pekiştirmek için veya olumsuz gördüğünüz, size göre sağlıksız addedilen bir tutumu değiştirmek için kullanabilirsiniz. Ama bunu nasıl yaptığınız çok önemli. Bunu önemli hale getiren süreçlerden bir tanesi de, kültür endüstrisi dediğimiz medya piyasasının genel mantığıdır. Dolayısıyla, “ben hem kitlelerin hakikatini göz önünde bulunduracağım hem İslam’ın hakikati iddiasını güdeceğim hem de bu kültür endüstrisinin genel mantalitesi içerisinde hareket edeceğim derseniz” işiniz çok zor. Çünkü kültür endüstrisinin ürettiği ürünler, bugün artık son tahlilde kitleler öyle istiyor diye yapılır.”
“Sanal cemaatlerde, müridin yerini takipçi almıştır”
“Gündelik hayattaki dini grupların bir benzeri de sanal ortamlarda oluşmaya başladı. Kitle iletişimi dediğiniz anda, kitle psikolojisinden bahsetmeniz gerekiyor. Kitle psikolojisinin de temelde üç özelliği vardır. Birincisi anonimlik, ikincisi bulaşıcılık, üçüncüsü de her türlü etkiye açık olmak. Anonimlikten kastımız, bireysel sorumluluk duygusunun ortadan kalmasıdır. Bulaşıcılık dediğimiz şey, herhangi bir duyguyu, davranışı ve benzeri şeyleri taklittir. Üçüncüsü de başat konumda olan araç veya otoritelerin yapmış olduğu davranışları veya onların göstermiş olduğu tutum ve davranışlarından sonuna kadar etkilenme durumudur. Bu çerçevede baktığınızda sanal ortamlarda oluşan genelde grup dinamiğinin de aslında, kitle psikolojisi çerçevesinde geliştiğini söyleyebiliriz. Gündelik realite içerisindeki dini gruplara baktığımız zaman, orada bir otorite, lider ve mürit ilişkisi söz konusudur. Ama bunun sanal ortamlara taşınmış şeklinde, dini lider veya otorite ile takipçisinin ilişkisi konuşulması gerekir. Yani müridin yerini takipçi almıştır. Gündelik hayatta yüz yüze etkileşimin bir doğası gereği, siz o ilişki ve etkileşim çerçevesinde siz bir toplumsallaşma gerçekleştiriyorsunuz. Ama sanal ortamda daha çok, kitleleştiğiniz söylenebilir. Nihayetinde sizin bağlandığınız veya takip ettiğiniz kişiyle aranızdaki şey bir “tık” mesabesindedir. “Takibi veya bağlantıyı kes” dediğinizden itibaren onunla ilişkiniz değişebilmektedir.”
Sancar: “Medya eliyle din, ‘marketing’ unsuru olmaktan bir türlü kurtarılamadı.”
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Faruk Sancar da, medya ve din ilişkisini, modern toplumlardaki sekülerizm, kapitalizm ve modernizm kavramları etrafında değerlendirdi. Sekülerliğin, dinin insanın hayatından, dilinden, bütün değerler sisteminden tamamen izole edilmesi olarak tanımlayan Doç. Dr. Faruk Sancar, seküler toplumlarda medyanın bir tüketim öznesi haline geldiğini ifade etti. Medyada konuşulan her şeyin de buna dahil olduğunu belirten Sancar, şunları söyledi:
"Din kendini tebliğ gibi bir misyonla sorumlu tutuyorsa, dinin medyayı kullanması gayet makul bir şeydir. 90’lı yıllarda sürekli okuduğumuz, tanıdığımız düşünür ve yazarların şöyle bir bakışı vardı: ‘Bir medyamız olsa, televizyonumuz olsa’. Oldu da sonraki dönemlerde, ama şunu gördük yine medya eliyle din, ‘marketing’ unsuru olmaktan bir türlü kurtarılamadı. Bu sadece, seküler kanallar, medyalar, yayın organları aracılığıyla değil, İslamî tandanslı, kendisini İslam’a nispet eden, İslamî duyarlılığa nispet eden gruplar tarafından bile, bir türlü o ‘marketing’, alınır satılır, şablondan kurtarılamadı. Bu, seküler bir dünyada yaşıyorsak, istesek de istemesek de böyle bir dünyada yaşıyoruz, buna karşı bir meydan okuyuş bir Müslümanın elbette sergilemesi gerekir. Bu dünyanın kurallarına göre hareket etmek istiyorsan, televizyonlarını, medyalarını, yayın organlarını buna göre kurguluyorsan, onların karşılaştığı akıbetle, yani bir tüketim nesnesine dönüşme tehlikesiyle din ve dine ait şeyler maalesef doğal bir sonuç olarak karşılaşabilecek gibi maalesef gözüküyor.”
Müslümanlar, medyada başarılı oldu mu?
“Biz hep şöyle diyorduk, 90’lı yılların başına kadar. Muhafazakar dini düşünceye sahip insanların kendi dini telakkilerini anlatabileceği, kendi pr çalışmalarını düzgün yapabilecekleri düzlemler yoktu. Daha ziyade, edilgen ve pasif durumdaydık. Birileri, bizi tarif ediyordu. Kesinlikle örnek alınamayacak, kesinlikle selam verirken bile çekineceğimiz, anında sana ihanet edebilecek bir dini figürün yansıtıldığını.. Biz diyorduk ki, biz böyle değiliz, bizim bununla bir alakamız yok. Bu sebeple yayın organlarına, medyaya bizim el atmak suretiyle aslında gerçek hakikati bizim ortaya koymamız gerekir gibi bir iddiamız vardı. Ama doğrusu, çok başarılı programlar, yayınlar olmakla birlikte homojen, yeknesak bir tarzda, evet öyle, düzgün bir yayıncılık hayatı sergilediğimizi ben söyleyemem.
Sanal âlem ve dinî kimlik “İnternet çağından önce, herhangi bir hocanın, herhangi bir konudaki sınanabilir, anında itiraz edilebilir, yanlışlanabilir bir şeydi. Dijital çağla, internetle birlikte öyle bir furya çıktı ki, o furyada, tabi ki üzücü, dramatik bir tarafı da var bunun. Herkes kendine ait bir dini söylem ortaya atıyor. Bu dinî söyleme anında müşteri bulabiliyor ve bu müşterileriyle bir kitle oluşturup sanal bir cemaat oluşturabiliyor. ben şurasına hak veriyorum. Dinle, kendisini tebliğ etmek istiyorsa, kendi mesajını ulaştırmak istiyorsa, medya dediğimiz müthiş bir imkan.”
Medyada, dini konularda bir denetleme sistemine ihtiyaç var
Bir denetleme kuruluna ihtiyaç var. Hemen şöyle bir soru geliyor. Bizde ruhbanlık mı var, veya kısıtlamak mı istiyorsunuz? Ruhbanlık, tek bir hakikatin bütün toplum katmanlarına nüfuz etmesini ister. Benim söylemek istediğim şey böyle bir şey değil. Mevcut geleneksel birikimin herhangi birisine uzaktan ya da yakından selam veren her yoruma, saygı duyulabilir. Ama hiç uzaktan bile selam verilmeyecek, İslam âlimlerinin neredeyse hiçbirinin onayını alamayacak dini görüşlerin, dini yaşantının, dini bir hayat tarzının dini bir program etiketi altında sunulması bence devletin müdahale etmesi gereken alanlarından bir tanesidir. Sosyal medyada dindarlık nasıl şekilleniyor? Polemik yaratma konusunda, belirli değerleri sarsma konusunda sosyal medyanın bir başarısından söz edilebilir. Ama ben sosyal medyanın inşacı bir karakter olabileceğini ben düşünmüyorum. Sosyal medya üzerinden örgütlenen yapıların inşaî bir, yani halka doğrudan temas etmeyen bir modellemenin başarılı olacağı kanaatinde değilim. Mesela, sosyal medyada bir hoca izliyorsunuz. İzlediğiniz hoca aslında gerçek değil. İzlediğiniz hocanın stüdyonun dışına çıktıktan sonra ne yaptığına dair hiçbir bilginiz yok. O hocanın gerçekte dini ritüellerle arasının nasıl olduğunu dahi bilmiyorsunuz. Teorik olarak bir şeyler konuşuyor, ama o kadar. Dikkat edin, orada sanal bir karakter var.
Dini programlardaki olası tehlike
Mecid Mecidi’nin “Muhammed (as)” filminde, Hz. Peygamberin çocuk olarak gösterilecek olması, mesajın önüne geçer. Artık mesajın muhtevası kaybolur, zatın bizatihi kendisi Muhammed (as) ile özdeşleşebilir. Ben kendimde böyle bir tehlike yaşamazdım. Ama insanların bir kısmının böyle bir tehlike yaşama ihtimali var. Televizyonda sunulan dini programların da maalesef böyle bir yönü var. Şahsın kendisine yönelik bizatihi aşırı vurgular, bir süre sonra şahsın anlattığı dini telakkiden çıkıp, bizatihi zatın ön plana çıkmasına sebep olabilir. Bu işte, tehlikeli unsurlardan bir tanesi.
“Dinî hayata yönelik en büyük tehdit medyadan geliyor”
“Klasik dönemde, İslamî hayata yönelik en büyük tehditler, Yahudî ve Hıristiyan geleneğinden geliyordu. Polemik kültürü de daha ziyade bunlar arasında oluyordu. Ama modern dönemde öyle görünüyor ki, İslam’a, İslamî dinî hayata yönelik en büyük tehdit, medyadan geliyor. Burada gördüğümüz şey, maalesef, özellikle İslamî yayın hayatında, dinî medya diyebileceğimiz grupların da, Batı dünyasının temel propaganda aracı olan, sekülerizasyon, kapitalizm ve modernizm denilen şeyleri bütünüyle adını koymaksızın içselleştirmeleri ve aynı piyasa üzerinden hareket etmeleridir.”