Muhammed Uyar/ Diriliş Postası “
Kur’an kıssalarının sinemaya aktarılması konusunda nasıl bir yol izlenmeli, bu metinlerin sadece hikâyeleri mi kaynak olarak alınmalı? Yoksa, Kur’an-ı Kerim’deki, Rabbimize has kıssa anlatma usulünün incelenerek sinemaya uygulanması konusunda mı çalışmalar yapılmalı?” İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Ensar Vakfı Değerler Eğitimi Merkezi’nce bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Sinema ve Din Sempozyumu geçtiğimiz Perşembe günü Üsküdar Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen resepsiyon ve açılış konuşmaları ile başladı. İlki geçen yıl Amerika’daki Nebraska Omaha Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumla “Sinema ve Din” konusunda farkındalık oluşturarak, başta ilahiyat ve iletişim fakültelerindeki akademisyenler olmak üzere sosyalbilimcilerin bu alana dair fikir üretmeye teşvik edilmesini hedefliyor. Sempozyumun yapılacağını duyduğumuzda büyük bir merakla Mayıs ayını beklemeye başlamıştık. Ülkemizde sinemanın belki de en zayıf kalan halkası din ile bağlantılı alanı olduğu için konuda yapılacak bir sempozyumun yeni tartışma alanları oluşturacağının farkındaydık. Sempozyumda gerçekleştirilen oturumlar birbirinden güzel başlıklara sahipti. Ortalama dört konuşmacının 15’er dakika konuştuğu oturumlar toplam bir buçuk saat sürüyor. Bu sürenin içerisine teknik sıkıntılar, hazırlıklar ve soru-cevap bölümleri de eklenince konuşmacılar sunumlarını koşuşturmaca halinde yapmak zorunda kaldı. Fazlasıyla akademik olan sunumların bir de hızlı şekilde yapılması bazen sizi konulardan koparabiliyor. Katılabildiğimiz oturumlarda Yeşilçam’da dindarların temsili, Kur’an kıssaları ve sinema, senaryo veri kaynağı olarak İslâm kaynakları, 2000’li yıllarda muhafazakâr-dindar kesimin sinemaya artan ilgisi ve fıkhî açıdan peygamberlerin, Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz’in, peygamber yakınlarının ve sahabilerin sinemada temsil edilmesi sorunu gibi konuları akademisyenlerden dinleme imkânı bulduk. Yeşilçam’da dindarların temsili konusundaki problemleri yıllardır konuşuyoruz. Rüşvetle veya milletin parasını sömürerek zengin olan “hacı”lar, vatan millet ve dahası ırz düşmanı olan hain “imam”lar Yeşilçam’ın neredeyse vazgeçilmez dini unsurlarıydı. Yaşar Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Dilek Kaya, 1960-71 yılları arasına odaklanan sunumunda o yıllarda oluşturulan sansür komisyonu tarafından filmlerde geçen dini ögelerin nasıl bir değerlendirmeden geçtiğine dair çarpıcı noktalara değindi. Filmlerde geçen hoca ve imam gibi karakterlerin gericiliği temsil etmediği sürece filmlerde yer bulamadığına değinen Kaya, Vurun Kahpeye filminde de sansür komisyonunun “Ya filmde duyulan ilahileri çıkartın ya da milli duyguları uyandıracak marşlar ile değiştirin. Allahuekber sesleri de çıkartılsın” şeklinde rapor verdiğini söyledi. Aleviliğe dair bilgilerin geçtiği filmler ise mezhepsel ayrımlardan arındırılarak komisyondan geçirilebilmiş. Yukarıdaki örneklerden gördüğümüz kadarıyla sansür komisyonları (filmler aracılığıyla) bir nevi dinin sosyal hayat içerisindeki yerini düzenlemiştir. Yıllarca ülkemizde çalınan “laiklik” tamtamlarının bir nevi yansıması olan bu uygulamaların dindarlar üzerinde ne kadar etkili olduğu tartışılır ama “laik teyzeler”in İslam’a ve din adamlarına dair günümüzdeki söylemlerinin filmlerde ve dizilerde temsil edilenlerden çok farklı olmadığını söyleyebiliriz. Oturum başkanı Necdet Subaşı’nın “Cumhuriyet kamusal alanı, sosyal hayatı düzenleyeceğim derken sinemaya da el atmıştır” tespiti oldukça yerindeydi. Peygamber Efendimiz sinemada temsil edilmeli mi? Cuma günü katıldığımız 2. oturumda en dikkat çekici meselelerden birisi Peygamber Efendimiz’in sinemada temsili meselesiydi. Marmara Üniversitesi Kur’an-ı Kerim Okuma ve Kıraat İlmi Anabilim Dalı öğretim görevlisi Erdoğan Baş, “Kur’an Kıssaları ve Sinema” konulu sunumunun bir bölümünde peygamberlerin sinemada temsil edilmesi gerektiğine, hatta Peygamber Efendimizin de temsil edilmesi gerektiğine dair bir açıklamada bulundu. Bir ilahiyatçıdan böyle bir yaklaşım duymak açıkçası ilginçti. Ama soru-cevap bölümünde kendisine de ilettiğim hususu burada da paylaşmak istiyorum. Sinema bir yönüyle yeniden “canlandırma” sanatıdır. Tarihî ve dinî olayları bazı prensipler dâhilinde sinemaya aktardığınızda insanların o olaylardan ders/ ibret/zevk almalarını sağlayabilirsiniz. Bunu yaparken filmlerde oynayan karakterlere yüklenen imajların izleyicilerin zihinlerinde kalıcı izler bıraktığını unutmamak gerekir. Sinemanın en temel özelliklerinden birisi filmlerdeki karakterler ile rolleri birbirine bağlarken insanların filmi izlerken o karakterler ile özdeşleşmesi sağlamasıdır. Bunu bir örnekle açıklayalım isterseniz. Yıllardır tekrar tekrar izlediğimiz rahmetli Mustafa Akkad’ın Çağrı filminde Hz. Hamza karak yerini Anthony Quinn, Cennet’in Krallığı filminde ise Selahaddin Eyyubi karakterini Hasan Mesud canlandırmıştı. Bu dini ve tarihi örneklere dair etrafınızda küçük çaplı bir anket yapabilirsiniz. İnsanlar (eğer filmi izlemişlerse) Hz. Hamza dediğimizde gözlerinin önünde A. Quinn’in görüntüsünün geldiğini söyleyecektir. Peki, bu yeniden canlandırma Peygamber Efendimiz üzerinden olduğunda nasıl bir tablo ortaya çıkar? Her yönetmen ve yapımcı filmlerinin kaliteli olmasını ister. Bu yüzden filme aktaracağı bütçe kadar oynatacağı oyuncularında meşhur olmalarını ister. Böyle bir durumda Peygamberimiz’i temsil etmesini isteyeceğiniz oyuncuda ne gibi özellikler arayacaksınız? Peygamberimiz’i fiziki anlamda (bildiğimiz kadarıyla) benzetebilseniz bile O’nun şahs-ı manevisini hakkıyla temsil edebilecek birisini bulmak mümkün olmayacaktır. Yine yukarıdaki örneklerde olduğu gibi o filmin çekildiği günden itibaren Peygamberimiz’in adı anıldığında gözümüzün önünde o rolü oynayan oyuncunun imajının canlanmaya başlaması söz konusu olacaktır. Açıkçası bir ilahiyatçının karşısında bir sinemacı olarak bu konuda savunma yapar durumda olmak benim açımdan ilginç oldu. Ve fakat bunun en büyük nedeni sinemanın gücünün ve etkisinin yeterince farkında olmamdan kaynaklandığını düşünüyorum. Dolayısıyla -rol icabı bile olsa- “Türkiye erkek güzeli seçilmiş, baklava göbekli, güçlü pazulu, genç kızların sevgilisi, gece âlemlerinin hareketli çocuğu olan” bir oyuncunun Peygamberimiz’i canlandıracak olmasını düşünmek bile beni ürpertiyor. Bazı konularda ince eleyip sık düşünmek hatta sonra bir daha düşünmek gerekiyor. Kur’an kıssalarının ve İslâm kaynaklarının sinemaya aktarılması Doç Dr. Nuri Tınaz ve Dr. Yalçın Lüleci tarafından hazırlanan “2000’li yıllarda muhafazakâr-dindar kesimin sinemaya artan ilgisi” konulu sunumda dindar kesimin sinema ve medyaya yönelmesinin en büyük sebebi olarak “artan ekonomik güç” gösterildi. Bu yönelişin senaryo konusundaki sıkıntıları çözmediği ortada. Dindar kesimin her yıl düzenli olarak senaryolar üretip bunları sinemaya aktardığını söylemek zor hatta imkânsız. Milli Sinema akımının kurucusu rahmetli Yücel Çakmaklı’nın sinema salonlarına çekmeyi başardığı kitleyi maalesef bugün başarabilen yönetmenlerimiz ve metinlerimiz yok. Kur’an kıssalarının sinemaya aktarılması konusunda nasıl bir yol izlenmeli, bu metinlerin sadece hikâyeleri mi kaynak olarak alınmalı? Yoksa, Kur’an-ı Kerim’deki, Rabbimize has kıssa anlatma usulünün incelenerek sinemaya uygulanması konusunda mı çalışmalar yapılmalı? Önümüzdeki günlerde bu başlıklar üzerinde çeşitli söyleşi ve yazılarla meseleyi gündemimizde tutalım niyetindeyim.
Kur’an kıssalarının sinemaya aktarılması konusunda nasıl bir yol izlenmeli, bu metinlerin sadece hikâyeleri mi kaynak olarak alınmalı? Yoksa, Kur’an-ı Kerim’deki, Rabbimize has kıssa anlatma usulünün incelenerek sinemaya uygulanması konusunda mı çalışmalar yapılmalı?” İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Ensar Vakfı Değerler Eğitimi Merkezi’nce bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Sinema ve Din Sempozyumu geçtiğimiz Perşembe günü Üsküdar Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen resepsiyon ve açılış konuşmaları ile başladı. İlki geçen yıl Amerika’daki Nebraska Omaha Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumla “Sinema ve Din” konusunda farkındalık oluşturarak, başta ilahiyat ve iletişim fakültelerindeki akademisyenler olmak üzere sosyalbilimcilerin bu alana dair fikir üretmeye teşvik edilmesini hedefliyor. Sempozyumun yapılacağını duyduğumuzda büyük bir merakla Mayıs ayını beklemeye başlamıştık. Ülkemizde sinemanın belki de en zayıf kalan halkası din ile bağlantılı alanı olduğu için konuda yapılacak bir sempozyumun yeni tartışma alanları oluşturacağının farkındaydık. Sempozyumda gerçekleştirilen oturumlar birbirinden güzel başlıklara sahipti. Ortalama dört konuşmacının 15’er dakika konuştuğu oturumlar toplam bir buçuk saat sürüyor. Bu sürenin içerisine teknik sıkıntılar, hazırlıklar ve soru-cevap bölümleri de eklenince konuşmacılar sunumlarını koşuşturmaca halinde yapmak zorunda kaldı. Fazlasıyla akademik olan sunumların bir de hızlı şekilde yapılması bazen sizi konulardan koparabiliyor. Katılabildiğimiz oturumlarda Yeşilçam’da dindarların temsili, Kur’an kıssaları ve sinema, senaryo veri kaynağı olarak İslâm kaynakları, 2000’li yıllarda muhafazakâr-dindar kesimin sinemaya artan ilgisi ve fıkhî açıdan peygamberlerin, Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz’in, peygamber yakınlarının ve sahabilerin sinemada temsil edilmesi sorunu gibi konuları akademisyenlerden dinleme imkânı bulduk. Yeşilçam’da dindarların temsili konusundaki problemleri yıllardır konuşuyoruz. Rüşvetle veya milletin parasını sömürerek zengin olan “hacı”lar, vatan millet ve dahası ırz düşmanı olan hain “imam”lar Yeşilçam’ın neredeyse vazgeçilmez dini unsurlarıydı. Yaşar Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Dilek Kaya, 1960-71 yılları arasına odaklanan sunumunda o yıllarda oluşturulan sansür komisyonu tarafından filmlerde geçen dini ögelerin nasıl bir değerlendirmeden geçtiğine dair çarpıcı noktalara değindi. Filmlerde geçen hoca ve imam gibi karakterlerin gericiliği temsil etmediği sürece filmlerde yer bulamadığına değinen Kaya, Vurun Kahpeye filminde de sansür komisyonunun “Ya filmde duyulan ilahileri çıkartın ya da milli duyguları uyandıracak marşlar ile değiştirin. Allahuekber sesleri de çıkartılsın” şeklinde rapor verdiğini söyledi. Aleviliğe dair bilgilerin geçtiği filmler ise mezhepsel ayrımlardan arındırılarak komisyondan geçirilebilmiş. Yukarıdaki örneklerden gördüğümüz kadarıyla sansür komisyonları (filmler aracılığıyla) bir nevi dinin sosyal hayat içerisindeki yerini düzenlemiştir. Yıllarca ülkemizde çalınan “laiklik” tamtamlarının bir nevi yansıması olan bu uygulamaların dindarlar üzerinde ne kadar etkili olduğu tartışılır ama “laik teyzeler”in İslam’a ve din adamlarına dair günümüzdeki söylemlerinin filmlerde ve dizilerde temsil edilenlerden çok farklı olmadığını söyleyebiliriz. Oturum başkanı Necdet Subaşı’nın “Cumhuriyet kamusal alanı, sosyal hayatı düzenleyeceğim derken sinemaya da el atmıştır” tespiti oldukça yerindeydi. Peygamber Efendimiz sinemada temsil edilmeli mi? Cuma günü katıldığımız 2. oturumda en dikkat çekici meselelerden birisi Peygamber Efendimiz’in sinemada temsili meselesiydi. Marmara Üniversitesi Kur’an-ı Kerim Okuma ve Kıraat İlmi Anabilim Dalı öğretim görevlisi Erdoğan Baş, “Kur’an Kıssaları ve Sinema” konulu sunumunun bir bölümünde peygamberlerin sinemada temsil edilmesi gerektiğine, hatta Peygamber Efendimizin de temsil edilmesi gerektiğine dair bir açıklamada bulundu. Bir ilahiyatçıdan böyle bir yaklaşım duymak açıkçası ilginçti. Ama soru-cevap bölümünde kendisine de ilettiğim hususu burada da paylaşmak istiyorum. Sinema bir yönüyle yeniden “canlandırma” sanatıdır. Tarihî ve dinî olayları bazı prensipler dâhilinde sinemaya aktardığınızda insanların o olaylardan ders/ ibret/zevk almalarını sağlayabilirsiniz. Bunu yaparken filmlerde oynayan karakterlere yüklenen imajların izleyicilerin zihinlerinde kalıcı izler bıraktığını unutmamak gerekir. Sinemanın en temel özelliklerinden birisi filmlerdeki karakterler ile rolleri birbirine bağlarken insanların filmi izlerken o karakterler ile özdeşleşmesi sağlamasıdır. Bunu bir örnekle açıklayalım isterseniz. Yıllardır tekrar tekrar izlediğimiz rahmetli Mustafa Akkad’ın Çağrı filminde Hz. Hamza karak yerini Anthony Quinn, Cennet’in Krallığı filminde ise Selahaddin Eyyubi karakterini Hasan Mesud canlandırmıştı. Bu dini ve tarihi örneklere dair etrafınızda küçük çaplı bir anket yapabilirsiniz. İnsanlar (eğer filmi izlemişlerse) Hz. Hamza dediğimizde gözlerinin önünde A. Quinn’in görüntüsünün geldiğini söyleyecektir. Peki, bu yeniden canlandırma Peygamber Efendimiz üzerinden olduğunda nasıl bir tablo ortaya çıkar? Her yönetmen ve yapımcı filmlerinin kaliteli olmasını ister. Bu yüzden filme aktaracağı bütçe kadar oynatacağı oyuncularında meşhur olmalarını ister. Böyle bir durumda Peygamberimiz’i temsil etmesini isteyeceğiniz oyuncuda ne gibi özellikler arayacaksınız? Peygamberimiz’i fiziki anlamda (bildiğimiz kadarıyla) benzetebilseniz bile O’nun şahs-ı manevisini hakkıyla temsil edebilecek birisini bulmak mümkün olmayacaktır. Yine yukarıdaki örneklerde olduğu gibi o filmin çekildiği günden itibaren Peygamberimiz’in adı anıldığında gözümüzün önünde o rolü oynayan oyuncunun imajının canlanmaya başlaması söz konusu olacaktır. Açıkçası bir ilahiyatçının karşısında bir sinemacı olarak bu konuda savunma yapar durumda olmak benim açımdan ilginç oldu. Ve fakat bunun en büyük nedeni sinemanın gücünün ve etkisinin yeterince farkında olmamdan kaynaklandığını düşünüyorum. Dolayısıyla -rol icabı bile olsa- “Türkiye erkek güzeli seçilmiş, baklava göbekli, güçlü pazulu, genç kızların sevgilisi, gece âlemlerinin hareketli çocuğu olan” bir oyuncunun Peygamberimiz’i canlandıracak olmasını düşünmek bile beni ürpertiyor. Bazı konularda ince eleyip sık düşünmek hatta sonra bir daha düşünmek gerekiyor. Kur’an kıssalarının ve İslâm kaynaklarının sinemaya aktarılması Doç Dr. Nuri Tınaz ve Dr. Yalçın Lüleci tarafından hazırlanan “2000’li yıllarda muhafazakâr-dindar kesimin sinemaya artan ilgisi” konulu sunumda dindar kesimin sinema ve medyaya yönelmesinin en büyük sebebi olarak “artan ekonomik güç” gösterildi. Bu yönelişin senaryo konusundaki sıkıntıları çözmediği ortada. Dindar kesimin her yıl düzenli olarak senaryolar üretip bunları sinemaya aktardığını söylemek zor hatta imkânsız. Milli Sinema akımının kurucusu rahmetli Yücel Çakmaklı’nın sinema salonlarına çekmeyi başardığı kitleyi maalesef bugün başarabilen yönetmenlerimiz ve metinlerimiz yok. Kur’an kıssalarının sinemaya aktarılması konusunda nasıl bir yol izlenmeli, bu metinlerin sadece hikâyeleri mi kaynak olarak alınmalı? Yoksa, Kur’an-ı Kerim’deki, Rabbimize has kıssa anlatma usulünün incelenerek sinemaya uygulanması konusunda mı çalışmalar yapılmalı? Önümüzdeki günlerde bu başlıklar üzerinde çeşitli söyleşi ve yazılarla meseleyi gündemimizde tutalım niyetindeyim.