İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi, geçtiğimiz günlerde çok önemli bir akademik çalışmaya imza attı.
“Medya ve Din Sempozyumu” başlığı altında Türkiye’de ilk kez düzenlenen ve medya ile din etkileşiminin paydaşlarını bir araya getiren sempozyumda önemli bildiriler sunuldu, dikkat çeken değerlendirmeler yapıldı.
Sempozyum yazılı basında, televizyonlar, internet siteleri ve sosyal medyada gündem maddesi haline geldi.
Medya ve din ilişkisinin önemli paydaşlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığının temsilcilerinin katıldığı sempozyum Diyanet TV’nin de gündemindeydi. Her hafta bir konunun farklı yönleriyle analiz edildiği, Dini Haber Analiz programı, bir bölümünü medya ve din konusuna ayırdı
Osman Yılmaz’ın sunduğu programda Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji Geliştirme Başkanı Dr. Necdet Subaşı, konu hakkında dikkat çeken değerlendirmelerde bulundu. Dr. Subaşı, medyanın dini takdiminde hangi tür sorunların bulunduğunu, fetvaların medyada yer alış biçimini, medyanın sahiplik yapısının dinseli yansıtmadaki etkisini ve kitlenin medya vaizlerine bakışını anlattı.
Medya ve din konusundaki gerilimli ilişkilerin ve medyanın din konusundaki manipülatif eğilimlerini masaya yatıran, bu konuları müzakere eden bir çerçevenin şimdiye kadar oluşmadığını söyleyen Subaşı, Medya ve Din Sempozyumundan söz ederek “Bu konuya ilişkin olumlu ya da olumsuz bir perspektifi gündeme getiren girişimler oldu; ama bu ölçüde geniş bir çalışmayı ilk kez görüyoruz.” ifadelerini kullandı.
Dr. Subaşı, programda şunları söyledi:
“Medya, sahih bilgiyi aktarma konusunda sorumluluk sahibi olmalıdır”
Medyanın din alanını ne şekilde takdim edeceği konusu, kendi içinde sorunlu bir alan. Bu tabi ki konunun uzmanları tarafından değerlendirilebilecek bir şey; ama burada bu sempozyum vesilesiyle gerçekleştirilen şey; din dediğimiz, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi ve gündelik hayatı neredeyse zapt eden o ağırlığıyla söz konusu olgunun medya tarafından nasıl yansıtıldığı, nasıl takdim edildiğidir. Örneğin bir Müslüman olarak beni takdim ettiğinizde bu takdim beni incitiyor mu yoksa ben bu takdimden mutlu muyum? Buradan baktığınızda bir çarpıtmanın, bir yanlış yansıtma biçiminin yaygın bir şekilde kabul gördüğü anlaşılıyor. Yani neredeyse medya aracılığıyla üretilen bilgiye karşı genel bir kayıtsızlık içine savrulan bir toplumdan bahsediyoruz. Oysa medya bize doğru bilgiyi, gerçek bilgiyi, sahih bilgiyi aktarma konusunda bir sorumluluk sahibi olması gereken bir kurum. Bunu nasıl aktarır, din nasıl ekrana yansır, din medyada nasıl ifade edilir, gazetede nasıl manşete çekilir, bu kuşkusuz işin uzmanları tarafından ortaya konulabilecek bir şey. Ama bugün bütün bu emek, tüm bu çaba nasıl manipüle edilir, nasıl çarpıtılır, nasıl ona bağlı kitleler incitilir, sanki bunun için özel bir çaba gösteriliyormuş gibi. Sanki bu konuda çok özenli, çok dikkatli bir ilgi sürdürülüyormuş gibi bir his var.
“Dinin medyadaki takdimi, Müslümanları incitecek bir çerçevede ilerliyor”
Kendi evrenimizden baktığımızda dinin özellikle medyadaki takdimi, gündelik dini hareketlerin temsili ve buna ilişkin üretilen jargon ortalama her bir mümini, Müslümanı incitecek bir çerçevede ilerliyor. E tabi ki indirgenmiş alanlar var; dini Cumayla, Ramazanla, Kadir gecesi ile kutsal gecelerle ilişkilendirmekle yetinen; ama onlara atıf yaptığında da oldukça popülist bir dil içerisinde eriterek, başka hikayelerle, başka magazinlerle buluşturarak tüketen bir çerçeve içerisinde takdim edildiğini gözlüyoruz. Burada olması gereken herhalde “neler oluyor?” sorusuna daha akılcı, daha rasyonel ve daha vicdanı yüksek bir çerçevede bir bakış açısı geliştirmek,bu duyarlılığı ortayaçıkarmak ve ne yapılması gerektiği konusunda daha seri cevaplar üretme konusunda bu sempozyum önemli bir başlangıç niteliği taşıyor.
Medyada, fetvaların manipüle edilmesi…
Çevremizde bu kadar ciddi inanç sorunları varken sıradan bir Müslümanın güneş enerjili suyla abdest alınır mı, sakız çiğnemek orucu bozar mı türünden soruların medya yer bulmasını dini çok sıradanlaştıran ama aynı zamanda da bir referans kaynağı olarak önemsememizin önüne geçen bir manipülasyon olarak değerlendiriyorum. Bu tür yaklaşımlar tabi ki her düzeydeki insanı rahatsız ediyor, incitiyor, bu konularda tepki koymaya zorluyor. Bu dinin gerçekten bu topraklarda, bu coğrafyada bize ne söylediği, bizim dertlerimize ne ölçüde deva olduğu, bize ne söyleyebileceği, bizi nereden alıp nereye götürebileceği sorusunun daha sağlıklı cevapları verilebilecekken bizi buradan uzaklaştıran ve bizim bu cevaplar içerisinde dolaşmamıza imkan vermeyen bir tartışma alanı üretmiş oluyor.
"Medyadaki irade, din konusunda belirli perspektifler içerisinde kalmaya zorluyor"
Medya dediğimiz şey genellemeci bir tarzda şekilsiz bir durum gibi algılanıyor. Hayır, sonuçta bir irade var ve irade kendi araçlarını, örneğin din konusunda şu ya da bu perspektif içerisinde kalmaya zorluyor. Demek ki onun arkasında da “hangi din?” sorusuna kendi çıkarları doğrultusu etrafında cevap veren; var olanı hafifseyeni, hafifleteni var, oranın mecrasını değiştirmeyi amaçlayan ve mevcut durumu kendi gerçekliğinden uzaklaştıracak şekilde çarçur eden bir mekanizma var. O zaman bu mekanizmanın medyadan daha öte bir şey olduğu anlaşılıyor. Yani onu da inşa eden, kuran, araçsallaştıran ve kendi gerçek hedefi için ondan yararlanan daha üst bir organizasyonla karşı karşıyayız.
“Medyadaki İslamofobik söylemi incelerken kuklayı kimin oynattığına bakmak lazım”
Mesela bugünlerde çok sık tartışılan İslamofobi dediğimiz, İslam konusunda yeryüzü ölçeğinde bir korku, bir düşmanlık üretmeye yönelik o popüler tartışmaları hatırladığımızda görünen o ki biz sadece bir gazetenin başlığıyla ilgileniyoruz ya da bir televizyon programında ortaya atılan, arka arkaya büyük bir devamlılık içerisinde sürdürülen bir dile odaklanıyoruz. Oysa o dili yazan var, onu ekrana taşıyan var, onun arkasında o kurguyu gözetleyen var vs. Aslındabu tartışmalar, bu iki gün içerisinde gerçekleşen müzakereler bize gösterdi ki işin arkasındakine bakmak lazım, yani kuklayı kimin oynattığına bakmak lazım.
“Ekran, camideki vaazın taşıdığı maneviyatı, sıcaklığı taşıyamaz”
Bizde vaaz geleneğinin mekanı cami olarak bilinir yani geleneksel olarak din, camide vaaz aracılığıyla içselleştirilir, öğrenilir ve oradan topluma aktarılır. Şimdi toplumun dine olan ilgisini keşfettiğinizde orada bir pazar olduğunu farkettiğinizde, o pazarı karşılayacak, oradan bir şeyler kazanmayı öne çıkaran bir hesaplılık içerisinde bu sefer ekranlarınıza dini de açıyorsunuz. Ama artık camideki vaazın taşıdığı maneviyatı, sıcaklığı taşımayacak. Artık orada aynı zamanda başka ekranlardaki vaizlerle yarışacaksınız, reyting kaygısı güdeceksiniz.
“Ekranın dili, akışı, yapısı medya vaizlerini de etkiliyor”
Bizim ekran vaizleri olarak tanımladığımız çerçeve maalesef böyle bir sistem içerisinde yürüyor ve mesela toplumda, camide oldukça saygın, oldukça verimli, pek çok insanın muhtemelen daha güzel bir hayat sürmesine vesile olmuş insanları ekranlara çıkardığınızda o ekranın kendi yapısı, kendi dili, kendi akışı ona hiçbir alan açmıyor. Ve siz o zaman tamamen televizyon sisteminin bir parçası olarak diyorsunuz ki “Bu amca bize ne söylüyor?” ve kanal değiştiriyorsunuz. O amcayı orada size söyleyebilir hale getirmenin bedeli çok ağır. O zaman o amcayı vaiz olmaktan, bir münevver, bir mübelliğ olmaktan çıkarıyorsunuz.
“Sosyal medyada dindarların, nasıl bir vaziyet alacağı, bu dili nasıl kullanacakları konusunda bir üsluba sahip oldukları henüz söylenemez”
Sosyal medyanın ürettiği mecralarda hıza, hazza ve tüketime bağlı, kendini takdim etme, kendini deşifre etme, bilinir olma, tanınma isteği vs. bir sürü gerekçeyle bu mecrada yer tutmaya çalışan aktörler bir şekilde bilinme özlemi içerisinde gayret ediyorlar. Burada daha kısa cümleler, daha özetlenmiş algılar, üretimler insan insana ilişkileri, doğrudan somut ilişkileri yok sayan, bunun yerine sanal ilişkileri daha çekici hale getiren bir evren var. Böyle bir evrene ilişkin henüz daha dindarların nasıl bir vaziyet alacağı, bu dili nasıl kullanacakları konusunda bir üsluba sahip oldukları söylenemez; bu, zaman içerisinde gerçekleşecek.
Haber: İshak Özen
“Medya ve Din Sempozyumu” başlığı altında Türkiye’de ilk kez düzenlenen ve medya ile din etkileşiminin paydaşlarını bir araya getiren sempozyumda önemli bildiriler sunuldu, dikkat çeken değerlendirmeler yapıldı.
Sempozyum yazılı basında, televizyonlar, internet siteleri ve sosyal medyada gündem maddesi haline geldi.
Medya ve din ilişkisinin önemli paydaşlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığının temsilcilerinin katıldığı sempozyum Diyanet TV’nin de gündemindeydi. Her hafta bir konunun farklı yönleriyle analiz edildiği, Dini Haber Analiz programı, bir bölümünü medya ve din konusuna ayırdı
Osman Yılmaz’ın sunduğu programda Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji Geliştirme Başkanı Dr. Necdet Subaşı, konu hakkında dikkat çeken değerlendirmelerde bulundu. Dr. Subaşı, medyanın dini takdiminde hangi tür sorunların bulunduğunu, fetvaların medyada yer alış biçimini, medyanın sahiplik yapısının dinseli yansıtmadaki etkisini ve kitlenin medya vaizlerine bakışını anlattı.
Medya ve din konusundaki gerilimli ilişkilerin ve medyanın din konusundaki manipülatif eğilimlerini masaya yatıran, bu konuları müzakere eden bir çerçevenin şimdiye kadar oluşmadığını söyleyen Subaşı, Medya ve Din Sempozyumundan söz ederek “Bu konuya ilişkin olumlu ya da olumsuz bir perspektifi gündeme getiren girişimler oldu; ama bu ölçüde geniş bir çalışmayı ilk kez görüyoruz.” ifadelerini kullandı.
Dr. Subaşı, programda şunları söyledi:
“Medya, sahih bilgiyi aktarma konusunda sorumluluk sahibi olmalıdır”
Medyanın din alanını ne şekilde takdim edeceği konusu, kendi içinde sorunlu bir alan. Bu tabi ki konunun uzmanları tarafından değerlendirilebilecek bir şey; ama burada bu sempozyum vesilesiyle gerçekleştirilen şey; din dediğimiz, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi ve gündelik hayatı neredeyse zapt eden o ağırlığıyla söz konusu olgunun medya tarafından nasıl yansıtıldığı, nasıl takdim edildiğidir. Örneğin bir Müslüman olarak beni takdim ettiğinizde bu takdim beni incitiyor mu yoksa ben bu takdimden mutlu muyum? Buradan baktığınızda bir çarpıtmanın, bir yanlış yansıtma biçiminin yaygın bir şekilde kabul gördüğü anlaşılıyor. Yani neredeyse medya aracılığıyla üretilen bilgiye karşı genel bir kayıtsızlık içine savrulan bir toplumdan bahsediyoruz. Oysa medya bize doğru bilgiyi, gerçek bilgiyi, sahih bilgiyi aktarma konusunda bir sorumluluk sahibi olması gereken bir kurum. Bunu nasıl aktarır, din nasıl ekrana yansır, din medyada nasıl ifade edilir, gazetede nasıl manşete çekilir, bu kuşkusuz işin uzmanları tarafından ortaya konulabilecek bir şey. Ama bugün bütün bu emek, tüm bu çaba nasıl manipüle edilir, nasıl çarpıtılır, nasıl ona bağlı kitleler incitilir, sanki bunun için özel bir çaba gösteriliyormuş gibi. Sanki bu konuda çok özenli, çok dikkatli bir ilgi sürdürülüyormuş gibi bir his var.
“Dinin medyadaki takdimi, Müslümanları incitecek bir çerçevede ilerliyor”
Kendi evrenimizden baktığımızda dinin özellikle medyadaki takdimi, gündelik dini hareketlerin temsili ve buna ilişkin üretilen jargon ortalama her bir mümini, Müslümanı incitecek bir çerçevede ilerliyor. E tabi ki indirgenmiş alanlar var; dini Cumayla, Ramazanla, Kadir gecesi ile kutsal gecelerle ilişkilendirmekle yetinen; ama onlara atıf yaptığında da oldukça popülist bir dil içerisinde eriterek, başka hikayelerle, başka magazinlerle buluşturarak tüketen bir çerçeve içerisinde takdim edildiğini gözlüyoruz. Burada olması gereken herhalde “neler oluyor?” sorusuna daha akılcı, daha rasyonel ve daha vicdanı yüksek bir çerçevede bir bakış açısı geliştirmek,bu duyarlılığı ortayaçıkarmak ve ne yapılması gerektiği konusunda daha seri cevaplar üretme konusunda bu sempozyum önemli bir başlangıç niteliği taşıyor.
Medyada, fetvaların manipüle edilmesi…
Çevremizde bu kadar ciddi inanç sorunları varken sıradan bir Müslümanın güneş enerjili suyla abdest alınır mı, sakız çiğnemek orucu bozar mı türünden soruların medya yer bulmasını dini çok sıradanlaştıran ama aynı zamanda da bir referans kaynağı olarak önemsememizin önüne geçen bir manipülasyon olarak değerlendiriyorum. Bu tür yaklaşımlar tabi ki her düzeydeki insanı rahatsız ediyor, incitiyor, bu konularda tepki koymaya zorluyor. Bu dinin gerçekten bu topraklarda, bu coğrafyada bize ne söylediği, bizim dertlerimize ne ölçüde deva olduğu, bize ne söyleyebileceği, bizi nereden alıp nereye götürebileceği sorusunun daha sağlıklı cevapları verilebilecekken bizi buradan uzaklaştıran ve bizim bu cevaplar içerisinde dolaşmamıza imkan vermeyen bir tartışma alanı üretmiş oluyor.
"Medyadaki irade, din konusunda belirli perspektifler içerisinde kalmaya zorluyor"
Medya dediğimiz şey genellemeci bir tarzda şekilsiz bir durum gibi algılanıyor. Hayır, sonuçta bir irade var ve irade kendi araçlarını, örneğin din konusunda şu ya da bu perspektif içerisinde kalmaya zorluyor. Demek ki onun arkasında da “hangi din?” sorusuna kendi çıkarları doğrultusu etrafında cevap veren; var olanı hafifseyeni, hafifleteni var, oranın mecrasını değiştirmeyi amaçlayan ve mevcut durumu kendi gerçekliğinden uzaklaştıracak şekilde çarçur eden bir mekanizma var. O zaman bu mekanizmanın medyadan daha öte bir şey olduğu anlaşılıyor. Yani onu da inşa eden, kuran, araçsallaştıran ve kendi gerçek hedefi için ondan yararlanan daha üst bir organizasyonla karşı karşıyayız.
“Medyadaki İslamofobik söylemi incelerken kuklayı kimin oynattığına bakmak lazım”
Mesela bugünlerde çok sık tartışılan İslamofobi dediğimiz, İslam konusunda yeryüzü ölçeğinde bir korku, bir düşmanlık üretmeye yönelik o popüler tartışmaları hatırladığımızda görünen o ki biz sadece bir gazetenin başlığıyla ilgileniyoruz ya da bir televizyon programında ortaya atılan, arka arkaya büyük bir devamlılık içerisinde sürdürülen bir dile odaklanıyoruz. Oysa o dili yazan var, onu ekrana taşıyan var, onun arkasında o kurguyu gözetleyen var vs. Aslındabu tartışmalar, bu iki gün içerisinde gerçekleşen müzakereler bize gösterdi ki işin arkasındakine bakmak lazım, yani kuklayı kimin oynattığına bakmak lazım.
“Ekran, camideki vaazın taşıdığı maneviyatı, sıcaklığı taşıyamaz”
Bizde vaaz geleneğinin mekanı cami olarak bilinir yani geleneksel olarak din, camide vaaz aracılığıyla içselleştirilir, öğrenilir ve oradan topluma aktarılır. Şimdi toplumun dine olan ilgisini keşfettiğinizde orada bir pazar olduğunu farkettiğinizde, o pazarı karşılayacak, oradan bir şeyler kazanmayı öne çıkaran bir hesaplılık içerisinde bu sefer ekranlarınıza dini de açıyorsunuz. Ama artık camideki vaazın taşıdığı maneviyatı, sıcaklığı taşımayacak. Artık orada aynı zamanda başka ekranlardaki vaizlerle yarışacaksınız, reyting kaygısı güdeceksiniz.
“Ekranın dili, akışı, yapısı medya vaizlerini de etkiliyor”
Bizim ekran vaizleri olarak tanımladığımız çerçeve maalesef böyle bir sistem içerisinde yürüyor ve mesela toplumda, camide oldukça saygın, oldukça verimli, pek çok insanın muhtemelen daha güzel bir hayat sürmesine vesile olmuş insanları ekranlara çıkardığınızda o ekranın kendi yapısı, kendi dili, kendi akışı ona hiçbir alan açmıyor. Ve siz o zaman tamamen televizyon sisteminin bir parçası olarak diyorsunuz ki “Bu amca bize ne söylüyor?” ve kanal değiştiriyorsunuz. O amcayı orada size söyleyebilir hale getirmenin bedeli çok ağır. O zaman o amcayı vaiz olmaktan, bir münevver, bir mübelliğ olmaktan çıkarıyorsunuz.
“Sosyal medyada dindarların, nasıl bir vaziyet alacağı, bu dili nasıl kullanacakları konusunda bir üsluba sahip oldukları henüz söylenemez”
Sosyal medyanın ürettiği mecralarda hıza, hazza ve tüketime bağlı, kendini takdim etme, kendini deşifre etme, bilinir olma, tanınma isteği vs. bir sürü gerekçeyle bu mecrada yer tutmaya çalışan aktörler bir şekilde bilinme özlemi içerisinde gayret ediyorlar. Burada daha kısa cümleler, daha özetlenmiş algılar, üretimler insan insana ilişkileri, doğrudan somut ilişkileri yok sayan, bunun yerine sanal ilişkileri daha çekici hale getiren bir evren var. Böyle bir evrene ilişkin henüz daha dindarların nasıl bir vaziyet alacağı, bu dili nasıl kullanacakları konusunda bir üsluba sahip oldukları söylenemez; bu, zaman içerisinde gerçekleşecek.
Haber: İshak Özen