Medyanın dini ve kutsalı kendi içeriğinden arındırıp tamamen dünyevi bir kutsallık temelinde önümüze sürmesi kitle iletişim teknolojilerinin modern insanın hayatını kuşatması sonrasında başlayan bir gerçekliktir. Bu süreçte özellikle televizyon teknolojisinin günlük hayatı kuşatması sayesinde, insanın televizyon ve onun içeriğine olan bağımlılığı giderek artmıştır.
Özellikle televizyonun insanı mekansal bazda sınırlandırması gerçeğini gizleyebilmek için, televizyon içeriğinin çok çeşitli ve renkli bir yapıya kavuşturulması gerekmiştir. Bu noktada televizyon adeta sürprizlerle dolu bir kutuya dönüştürülmüştür. Din konusu da bu sürprizler kutusundaki yerini kısa zamanda almıştır. Televizyon içeriğinde din konusunun da ele alınarak daha geniş kitlelere ulaşılması, dinin medyatik bir içerik olarak tüketilebilmesini de meşrulaştırmıştır. Meşrulaştırma sürecinde toplumu doğru bilgilendirme ya da toplumu hurafelerden arındırma gibi argümanlar yoğun olarak kullanılmış ve bu bağlamda televizyonun ve medyanın doğasından kaynaklanan sorunların üstü örtülmüş, dinin algılanışındaki sorunlar ön plana çıkarılmak istenmiştir.
Bu konuda en önemli kaynak ise Neil Postman’ın iletişim alanında artık bir klasik haline gelmiş Televizyon: Öldüren Eğlence isimli kitabıdır.
Postman kitabında televizyondaki dini içerikli programlar hakkında iki sonuç çıkarmaktadır. Sonuçlardan ilki, televizyonda dinin, başka her şey gibi, oldukça basit biçimde ve hiçbir utanıp sıkılma belirtisi gösterilemeden, bir eğlence olarak sunulduğudur. Bu programlarda dinin tarihsel, derinlikli ve kutsal özellikleri silinmiştir; programlarda ne gelenek ne teoloji ne ruhsal bir aşkınlık mevcuttur. Bu programlarda başlıca rol medyatik gerçekliğin farkında olan ve bu gerçekliğe uyum sağlayabilen vaizlerindir. İ
kinci sonuç ise, televizyondaki dini programların zayıflıklarından çok televizyonun eksiklikleri olduğudur. Bu durum dini bir olguyu ontolojisine tamamen yabancı bir araçla iletme sıkıntısıdır. Postman bunu “Çeviride kaybolan ne?” sorusuna verdiği: “Kaybedilen, eğitimin kayda değer olan bütün nitelikleridir” cevabıyla açıklamaya çalışır. Bu noktada medya din eğitiminde önemli bir kaynak sağlayıcı olarak kabullenilmekte ve medyatik bir din eğitimi toplumsal bilinçte meşrulaştırılmaktadır. Din adamı medyatik bir görüntü ayarlaması için makyaj odasına bile alınabilinmektedir.
Postman’a göre televizyonda gösterilen şeyler, özleri korunmuş olsun olmasın, oldukları halden başka bir şeye çevrilmiştir. Televizyonda dini program yapanların düştüğü hata da budur zaten. Çünkü televizyondaki iletişim yüz yüze iletişimden oldukça farklıdır. Bu farklılığa mekânı da dâhil etmek gerekmektedir. Daha açık anlatmak gerekirse; televizyonda izlediğimiz dini bir programdan alacağımız huşu televizyonun yarattığı ortamın, dinsel deneyim için sahici olmamasından dolayı yok olur. Televizyon bulunduğu odamızı kutsal bir mekân haline getiremez. Bu süreçte ortaya çıkan bir diğer sorun da insanların televizyonu herhangi bir şey yaparken izlediğidir. Kısacası televizyon manevi bir atmosfer yaratmada oldukça başarısız bir araçtır.
Postman televizyonun bir seküler psikoloji yarattığını söylemektedir. Ekran zihnimizi dinsel olmayan olaylar ve düşüncelerle doldurmaktadır. Kutsal olan ise bu dünyevi olayların arasında çok zor görülmektedir. Kumandaya bastığımız anda çok renkli bir dünyanın içine adım atmış oluruz ki bu dünyada dünyevi olanla dini olan bir arada bulunmaktadır. İnsanlar dini bir program izlerken anında dünyevi bir programa, reklamlara, popüler eğlencelere, erotik programlara geçebilmektedir. Böylelikle ekran eğlence için var olur hale gelmektedir.
Sanırım Postman’ın şu cümlesi yeterince açıktır: “ Televizyon ekranının hem tarihi hem de şimdiye kadar sunmuş olduğu olanaklar, televizyon açıkken iç gözleme kaymanın ya da manevi aşkınlığın mümkün olabileceği fikrini temelinden çürütür.”
Postman’in değindiği en önemli noktalardan biri de dini programlardaki Tanrı’nın bulanık ve belirsiz olmasıdır. Tanrı’nın adı ne kadar çok anılırsa anılsın vaizin ekrandaki görüntüsünün somutluğu ve değişmezliği, ibadet edilmesi gerekenin Tanrı değil vaiz olduğu mesajını iletir. Bu durum vaizin görüntüsünün yakın çekim ve diğer efektler kullanılarak haşmetli bir şekle sokulmasından kaynaklanır. Ayrıca konuşan kişinin mimikleri, ses tonu ve diğer inandırıcı jestleri ekran karşısındakileri etkiler. Artık insanlar Peygamberler tarihini dinlemekten ziyade ünlü kişiden Peygamberler tarihini dinlerler. Tanrı sadece zihinlerimizde vardır ama ünlü sunucu hayran olunmak ve tapınılmak üzere oradadır.
Sekülerlik terimi aslında en baştan beri anlatmaya çalıştığımız dünyanın kutsaldan arındırılması projesinin farklı bir adlandırılmasıdır. Sekülerleşme; insanın, aklı ve dili üzerindeki önce dini sonra metafizik denetimden kurtarılması olarak tanımlanır (Attas, 1989: 43).
Bu dünyanın dini veya din temelli kavranışından soyularak bütün kapalı dünya görüşlerinin atılması, tüm doğaüstü mitlerin ve kutsal sembollerin parçalanmasıdır. Sekülerleşme hayatın sadece siyasi ve toplumsal yönünü değil kültürel yönünü de kapsar. Sekülerleşmenin siyasi alanda ki adlandırması laikliktir. Ancak sekülerizm derken kültürel hayatın ağır bastığı bir hayattan bahsediyoruz ve eğer bunu laiklik terimiyle kullanacak olursak buna laik- ahlak diyebiliriz. Ama laik- ahlak terimi yerine sekülerleşmeyi kullanmak daha uygun olacaktır çünkü sekülerleşme vermek istediğimiz çağdaşlaşma olgusunu daha iyi kapsamaktadır. Seküler süreç modernleşme ve kapitalizmden büyük bir güç alarak yeni bir yaşam şekli ve düşünüş alanı açmıştır. Sekülerizmin sosyal boyutu oldukça önemlidir. Seküler hayat sosyal hayatta ne kadar çok yer buluyorsa toplumların gidişatı da o kadar vahim bir durumdadır. Laik-ahlak diye bahsettiğimiz ahlak aslında dinden ve kutsaldan arındırılmış tamamen dünyevi bir ahlak biçimidir.
Laik ahlakın can yoldaşı ise kapitalizmdir. Kapitalist sınıf, hakimiyeti kiliseden ve senyörlerden alınca kendini ahlakın da hakimi kılmıştır. Laik ahlak da bu sınıfın ürünüdür. Bugün kapitalizmin kıskacında olan bütün toplumlar bu ahlakı benimsemektedirler. Kapitalistler tam hakim ve sahip olabilmek için bunu sağlamak zorundadırlar. Çünkü kapitalizm daha çok kazanmak için bunu yapmak zorundadır.
Laik- ahlak demek, ahlaki değer ve davranışların temelinden dini çekip alma yerine din-dışı ilke ve idealleri koymaktır. Oysa dünya üzerindeki bütün ahlaki kodların temel dayanak noktası hiç kuşkusuz dini metinlerdir. Bu bağlamda dinden arındırılmak istenen laik bir ahlak anlayışının durdurulabileceği ya da kendini sorgulayabileceği bir mekanizmasının olamayacağı da kabul edilmelidir.
Laik- ahlakı dolayısıyla sükülerizmi telkin eden bir başka kavram da modernleşmedir. Sekülerizmle birlikte modernizm de, hayatı profanlaştırmak isteyen, laik ve dünyevi kültürle elele, insanı kutsal, aşkın ve ilahi olan her şeyden koparmakta, onu bir bitki gibi bu dünyada yok olan, başak bir hayatı yaşamayacak olan sıradan bir varlık olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda seküler kültürün tamamlayıcısı olarak gördüğümüz modernizm ve kapitalist süreç kültürü derinden etkilemektedir. Toplumlar ise bu yeni kültürün adeta bombardımanı altında kalmaktadır. Medya anlamların üretildiği ve satıldığı bir alandır. Bireyler ise bu anlamları büyük bir titizlikle alır ve yaşamlarına geçirirler (Güneş, 2001: 192).
Günümüz medyasında anlama hakim olan düşünce dünyevidir fakat bu dünyevilik kutsal olanın kullandığı simgeler ve anlamlar üzerinden yeniden ve yeniden sunulur. Bunun nedeni Featherstone’ a göre; rasyonelleşme, metalaşma, dünyevileşme ve büyünün bozulması süreçleriyle modernlik dinsel duygulanımların karanlığa gömülmesine yol açmaz, çünkü biçimsel dinler güçten düşüyor olsa bile, kutsal/cismani ayrımlarını cisimleştiren simgesel sınıflandırmalar ve ritüel pratikleri dünyevi toplumsal süreçlerin bağrında yaşamayı sürdürür.
Durkheim’ın belirttiği gibi, herhangi bir şey kutsal statüsüne konulabileceğine göre, kapitalizmin cismani malları niçin kutsallık statüsüne erişmesin ki? Burada Featherstone Durkheim’ın dinsel ve dünyevi tören eylemleri arasında bir farkın olmadığı görüşünden faydalanmaktadır. Gerçekten de Durkheim’a göre “dua edelim”le “milli marş için kalkalım” arasında fark yoktur (Edles, 2006: 41). Metaların gerçek kullanımları üzerinde odaklandığımız takdirde, metalar belli ortamlarda meta statüsünden soyundurulabilecekleri ve onları kullanıcılar açısından kutsal kılan simgesel bir görev üstlenebilecekleri açıkça görülür. Bundan dolayı sıradan tüketim mallarının aziz tutulan birer mala dönüşmeleri olanaklıdır (Featherstone, 1996).
Medya ve tüketim kültürü dediğimiz şey göstergeler, imajlar ve simgeler dünyası üretir. Bu simge ve imajlar sadece cismani olarak kavramsallaşmazlar. Bir başka deyişle bu simgeler ve imajlar kutsal simge ve imajlar gibi işlev görürler. Eliade bu tür simge ve imajlara sosyal seviyedeki mitler demektedir. Ona göre modern dünyanın, görünüşte kutsalla hiç ilgisi olmayan bazı kutlamaları, hala mitolojik yapılarını ve görevlerini muhafaza etmektedir. Yeni yıl kutlamaları, yeni bir doğum, yeni bir ev vs… kutsallıkla alakası olmayan profan şenlikler bile bir yerde insanoğlunun kutsal duyduğu özlemin bir yansımasıdır. Yine Eliade’ye göre modern dünyanın yeniliği, eski kutsal değerlerin profan düzeyde yeniden değer kazanması ameliyesi ile olur (Eliade, 1995: 285-286).
Kutsaldan arındırılarak sahte bir kutsal imajıyla sunulan seküler kültür; belli ikonlar, ilahlar ve tanrılar yaratmıştır, yaratmaktadır. Yaratılan bu ikonlar ve ilahlar günümüzdeki her türlü hegemonik ilişkiyi sürdürmeye yöneliktir. Bir şarkıcıya, bir politikacıya, bir dondurmaya, bir markaya duyulan ilgi, merak ve burada bahsetmeye çalıştığımız ilahlaştırma eğilimi bu hegemonyanın sürmesine yardımcı olur. Kendisine karşı belli ilgi ve alaka gösterdiğimiz her nesneye duyulan bağlılık o nesnenin kutsanması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu durum modern dünyanın ve ahlakın gereğidir.
Televizyondaki dini içerikli programların dinin içini boşaltması ve medya yıldızı yaratmasında gördüğümüz gibi medyanın seküler dünya ile yaratığı kutsallar da aynı sonuçla karşımıza çıkmaktadır. Bugün modern insanı reel dinden uzakta tutarak, sanal bir gerçekliği "din" gibi sunma çabalarının bir sonucu olarak karşımıza çıkan şey aslında; tapınılacak modern kutsalların yaratıldığını farz eden medyatik "gerçekliklerdir".
Kaynakça
Attas, S. N. (1989). İslami Düşünüşün Problemleri. (Çev: M. E. Kılıç). İstanbul: İnsan
Edles, L. D. (2006). Kültürel Sosyoloji. (Çev: Cumhur Atay). İstanbul: Babil
Eliade, M. (1995). Kutsal ve Dindışı. (Çev: M. A. Kılıçbay). Ankara: Gece.
Featherstone. M. (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. (Çev: M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı.
Güneş, S. (2001). Medya ve Kültür. Ankara: Vadi.
Postman. N. (2005). Televizyon Öldüren Eğlence. (Çev: O. Akınhay) İstanbul: Ayrıntı.
Özellikle televizyonun insanı mekansal bazda sınırlandırması gerçeğini gizleyebilmek için, televizyon içeriğinin çok çeşitli ve renkli bir yapıya kavuşturulması gerekmiştir. Bu noktada televizyon adeta sürprizlerle dolu bir kutuya dönüştürülmüştür. Din konusu da bu sürprizler kutusundaki yerini kısa zamanda almıştır. Televizyon içeriğinde din konusunun da ele alınarak daha geniş kitlelere ulaşılması, dinin medyatik bir içerik olarak tüketilebilmesini de meşrulaştırmıştır. Meşrulaştırma sürecinde toplumu doğru bilgilendirme ya da toplumu hurafelerden arındırma gibi argümanlar yoğun olarak kullanılmış ve bu bağlamda televizyonun ve medyanın doğasından kaynaklanan sorunların üstü örtülmüş, dinin algılanışındaki sorunlar ön plana çıkarılmak istenmiştir.
Bu konuda en önemli kaynak ise Neil Postman’ın iletişim alanında artık bir klasik haline gelmiş Televizyon: Öldüren Eğlence isimli kitabıdır.
Postman kitabında televizyondaki dini içerikli programlar hakkında iki sonuç çıkarmaktadır. Sonuçlardan ilki, televizyonda dinin, başka her şey gibi, oldukça basit biçimde ve hiçbir utanıp sıkılma belirtisi gösterilemeden, bir eğlence olarak sunulduğudur. Bu programlarda dinin tarihsel, derinlikli ve kutsal özellikleri silinmiştir; programlarda ne gelenek ne teoloji ne ruhsal bir aşkınlık mevcuttur. Bu programlarda başlıca rol medyatik gerçekliğin farkında olan ve bu gerçekliğe uyum sağlayabilen vaizlerindir. İ
kinci sonuç ise, televizyondaki dini programların zayıflıklarından çok televizyonun eksiklikleri olduğudur. Bu durum dini bir olguyu ontolojisine tamamen yabancı bir araçla iletme sıkıntısıdır. Postman bunu “Çeviride kaybolan ne?” sorusuna verdiği: “Kaybedilen, eğitimin kayda değer olan bütün nitelikleridir” cevabıyla açıklamaya çalışır. Bu noktada medya din eğitiminde önemli bir kaynak sağlayıcı olarak kabullenilmekte ve medyatik bir din eğitimi toplumsal bilinçte meşrulaştırılmaktadır. Din adamı medyatik bir görüntü ayarlaması için makyaj odasına bile alınabilinmektedir.
Postman’a göre televizyonda gösterilen şeyler, özleri korunmuş olsun olmasın, oldukları halden başka bir şeye çevrilmiştir. Televizyonda dini program yapanların düştüğü hata da budur zaten. Çünkü televizyondaki iletişim yüz yüze iletişimden oldukça farklıdır. Bu farklılığa mekânı da dâhil etmek gerekmektedir. Daha açık anlatmak gerekirse; televizyonda izlediğimiz dini bir programdan alacağımız huşu televizyonun yarattığı ortamın, dinsel deneyim için sahici olmamasından dolayı yok olur. Televizyon bulunduğu odamızı kutsal bir mekân haline getiremez. Bu süreçte ortaya çıkan bir diğer sorun da insanların televizyonu herhangi bir şey yaparken izlediğidir. Kısacası televizyon manevi bir atmosfer yaratmada oldukça başarısız bir araçtır.
Postman televizyonun bir seküler psikoloji yarattığını söylemektedir. Ekran zihnimizi dinsel olmayan olaylar ve düşüncelerle doldurmaktadır. Kutsal olan ise bu dünyevi olayların arasında çok zor görülmektedir. Kumandaya bastığımız anda çok renkli bir dünyanın içine adım atmış oluruz ki bu dünyada dünyevi olanla dini olan bir arada bulunmaktadır. İnsanlar dini bir program izlerken anında dünyevi bir programa, reklamlara, popüler eğlencelere, erotik programlara geçebilmektedir. Böylelikle ekran eğlence için var olur hale gelmektedir.
Sanırım Postman’ın şu cümlesi yeterince açıktır: “ Televizyon ekranının hem tarihi hem de şimdiye kadar sunmuş olduğu olanaklar, televizyon açıkken iç gözleme kaymanın ya da manevi aşkınlığın mümkün olabileceği fikrini temelinden çürütür.”
Postman’in değindiği en önemli noktalardan biri de dini programlardaki Tanrı’nın bulanık ve belirsiz olmasıdır. Tanrı’nın adı ne kadar çok anılırsa anılsın vaizin ekrandaki görüntüsünün somutluğu ve değişmezliği, ibadet edilmesi gerekenin Tanrı değil vaiz olduğu mesajını iletir. Bu durum vaizin görüntüsünün yakın çekim ve diğer efektler kullanılarak haşmetli bir şekle sokulmasından kaynaklanır. Ayrıca konuşan kişinin mimikleri, ses tonu ve diğer inandırıcı jestleri ekran karşısındakileri etkiler. Artık insanlar Peygamberler tarihini dinlemekten ziyade ünlü kişiden Peygamberler tarihini dinlerler. Tanrı sadece zihinlerimizde vardır ama ünlü sunucu hayran olunmak ve tapınılmak üzere oradadır.
Sekülerlik terimi aslında en baştan beri anlatmaya çalıştığımız dünyanın kutsaldan arındırılması projesinin farklı bir adlandırılmasıdır. Sekülerleşme; insanın, aklı ve dili üzerindeki önce dini sonra metafizik denetimden kurtarılması olarak tanımlanır (Attas, 1989: 43).
Bu dünyanın dini veya din temelli kavranışından soyularak bütün kapalı dünya görüşlerinin atılması, tüm doğaüstü mitlerin ve kutsal sembollerin parçalanmasıdır. Sekülerleşme hayatın sadece siyasi ve toplumsal yönünü değil kültürel yönünü de kapsar. Sekülerleşmenin siyasi alanda ki adlandırması laikliktir. Ancak sekülerizm derken kültürel hayatın ağır bastığı bir hayattan bahsediyoruz ve eğer bunu laiklik terimiyle kullanacak olursak buna laik- ahlak diyebiliriz. Ama laik- ahlak terimi yerine sekülerleşmeyi kullanmak daha uygun olacaktır çünkü sekülerleşme vermek istediğimiz çağdaşlaşma olgusunu daha iyi kapsamaktadır. Seküler süreç modernleşme ve kapitalizmden büyük bir güç alarak yeni bir yaşam şekli ve düşünüş alanı açmıştır. Sekülerizmin sosyal boyutu oldukça önemlidir. Seküler hayat sosyal hayatta ne kadar çok yer buluyorsa toplumların gidişatı da o kadar vahim bir durumdadır. Laik-ahlak diye bahsettiğimiz ahlak aslında dinden ve kutsaldan arındırılmış tamamen dünyevi bir ahlak biçimidir.
Laik ahlakın can yoldaşı ise kapitalizmdir. Kapitalist sınıf, hakimiyeti kiliseden ve senyörlerden alınca kendini ahlakın da hakimi kılmıştır. Laik ahlak da bu sınıfın ürünüdür. Bugün kapitalizmin kıskacında olan bütün toplumlar bu ahlakı benimsemektedirler. Kapitalistler tam hakim ve sahip olabilmek için bunu sağlamak zorundadırlar. Çünkü kapitalizm daha çok kazanmak için bunu yapmak zorundadır.
Laik- ahlak demek, ahlaki değer ve davranışların temelinden dini çekip alma yerine din-dışı ilke ve idealleri koymaktır. Oysa dünya üzerindeki bütün ahlaki kodların temel dayanak noktası hiç kuşkusuz dini metinlerdir. Bu bağlamda dinden arındırılmak istenen laik bir ahlak anlayışının durdurulabileceği ya da kendini sorgulayabileceği bir mekanizmasının olamayacağı da kabul edilmelidir.
Laik- ahlakı dolayısıyla sükülerizmi telkin eden bir başka kavram da modernleşmedir. Sekülerizmle birlikte modernizm de, hayatı profanlaştırmak isteyen, laik ve dünyevi kültürle elele, insanı kutsal, aşkın ve ilahi olan her şeyden koparmakta, onu bir bitki gibi bu dünyada yok olan, başak bir hayatı yaşamayacak olan sıradan bir varlık olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda seküler kültürün tamamlayıcısı olarak gördüğümüz modernizm ve kapitalist süreç kültürü derinden etkilemektedir. Toplumlar ise bu yeni kültürün adeta bombardımanı altında kalmaktadır. Medya anlamların üretildiği ve satıldığı bir alandır. Bireyler ise bu anlamları büyük bir titizlikle alır ve yaşamlarına geçirirler (Güneş, 2001: 192).
Günümüz medyasında anlama hakim olan düşünce dünyevidir fakat bu dünyevilik kutsal olanın kullandığı simgeler ve anlamlar üzerinden yeniden ve yeniden sunulur. Bunun nedeni Featherstone’ a göre; rasyonelleşme, metalaşma, dünyevileşme ve büyünün bozulması süreçleriyle modernlik dinsel duygulanımların karanlığa gömülmesine yol açmaz, çünkü biçimsel dinler güçten düşüyor olsa bile, kutsal/cismani ayrımlarını cisimleştiren simgesel sınıflandırmalar ve ritüel pratikleri dünyevi toplumsal süreçlerin bağrında yaşamayı sürdürür.
Durkheim’ın belirttiği gibi, herhangi bir şey kutsal statüsüne konulabileceğine göre, kapitalizmin cismani malları niçin kutsallık statüsüne erişmesin ki? Burada Featherstone Durkheim’ın dinsel ve dünyevi tören eylemleri arasında bir farkın olmadığı görüşünden faydalanmaktadır. Gerçekten de Durkheim’a göre “dua edelim”le “milli marş için kalkalım” arasında fark yoktur (Edles, 2006: 41). Metaların gerçek kullanımları üzerinde odaklandığımız takdirde, metalar belli ortamlarda meta statüsünden soyundurulabilecekleri ve onları kullanıcılar açısından kutsal kılan simgesel bir görev üstlenebilecekleri açıkça görülür. Bundan dolayı sıradan tüketim mallarının aziz tutulan birer mala dönüşmeleri olanaklıdır (Featherstone, 1996).
Medya ve tüketim kültürü dediğimiz şey göstergeler, imajlar ve simgeler dünyası üretir. Bu simge ve imajlar sadece cismani olarak kavramsallaşmazlar. Bir başka deyişle bu simgeler ve imajlar kutsal simge ve imajlar gibi işlev görürler. Eliade bu tür simge ve imajlara sosyal seviyedeki mitler demektedir. Ona göre modern dünyanın, görünüşte kutsalla hiç ilgisi olmayan bazı kutlamaları, hala mitolojik yapılarını ve görevlerini muhafaza etmektedir. Yeni yıl kutlamaları, yeni bir doğum, yeni bir ev vs… kutsallıkla alakası olmayan profan şenlikler bile bir yerde insanoğlunun kutsal duyduğu özlemin bir yansımasıdır. Yine Eliade’ye göre modern dünyanın yeniliği, eski kutsal değerlerin profan düzeyde yeniden değer kazanması ameliyesi ile olur (Eliade, 1995: 285-286).
Kutsaldan arındırılarak sahte bir kutsal imajıyla sunulan seküler kültür; belli ikonlar, ilahlar ve tanrılar yaratmıştır, yaratmaktadır. Yaratılan bu ikonlar ve ilahlar günümüzdeki her türlü hegemonik ilişkiyi sürdürmeye yöneliktir. Bir şarkıcıya, bir politikacıya, bir dondurmaya, bir markaya duyulan ilgi, merak ve burada bahsetmeye çalıştığımız ilahlaştırma eğilimi bu hegemonyanın sürmesine yardımcı olur. Kendisine karşı belli ilgi ve alaka gösterdiğimiz her nesneye duyulan bağlılık o nesnenin kutsanması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu durum modern dünyanın ve ahlakın gereğidir.
Televizyondaki dini içerikli programların dinin içini boşaltması ve medya yıldızı yaratmasında gördüğümüz gibi medyanın seküler dünya ile yaratığı kutsallar da aynı sonuçla karşımıza çıkmaktadır. Bugün modern insanı reel dinden uzakta tutarak, sanal bir gerçekliği "din" gibi sunma çabalarının bir sonucu olarak karşımıza çıkan şey aslında; tapınılacak modern kutsalların yaratıldığını farz eden medyatik "gerçekliklerdir".
Kaynakça
Attas, S. N. (1989). İslami Düşünüşün Problemleri. (Çev: M. E. Kılıç). İstanbul: İnsan
Edles, L. D. (2006). Kültürel Sosyoloji. (Çev: Cumhur Atay). İstanbul: Babil
Eliade, M. (1995). Kutsal ve Dindışı. (Çev: M. A. Kılıçbay). Ankara: Gece.
Featherstone. M. (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. (Çev: M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı.
Güneş, S. (2001). Medya ve Kültür. Ankara: Vadi.
Postman. N. (2005). Televizyon Öldüren Eğlence. (Çev: O. Akınhay) İstanbul: Ayrıntı.