Bir klişe haline gelen “dindarlar kültür, sanat ve medyaya girmekte çok geç kaldı” ifadesinin gerçeklik payı var mı? Varsa bu gecikmenin sebepleri nelerdir? Osman Ülker[1] ile konuştuk.
İslamvemedya.com: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, sizin de ifadenizle, seküler/din, gelenek/çağdaşlık gibi dikotomiler arasında dinin ya da geleneğin yerine yeni bir devlet, yeni bir toplum kurma idealiyle çağdaş olan, seküler olan tercih ediliyor. Bu tercih kültür politikalarına nasıl yansıyor? Kültür ürünlerinde dine ne kadar ve nasıl yer veriliyor?
Osman Ülker: Cumhuriyetin ilanıyla birlikte batılılaşma fikri yeni devletin “kanon”u haline gelmiştir. Muasır medeniyetler seviyesine ancak toplumun da batılılaşması ile çıkılabileceğine inanılıyor. Bu fikir kaçınılmaz olarak iki alandaki reformları doğrudan etkilemiştir: Birincisi eğitim, ikincisi kültür ve sanat. Tek partili dönemde batılılaşma fikri aslında kendi içinde tutarlı bir mantığa sahiptir. Önce mazi ile alaka kesilmiştir. Yeni devlet Osmanlının devamı değil bilakis Türklerin kurduğu müstakil bir devlettir. Osmanlı kötüdür, Türklerin geri kalmasına yol açmıştır, milli kimliğe zarar vermiştir. Öyle ise geçmiş tasfiye edilerek yerine modern bir kimlik ve kurumlar inşa edilmelidir. Bu mantıki yaklaşımda din de Osmanlı ile birlikte mazide kalması gereken bir şey olarak düşünülmüştür, ya da en azından Osmanlıların inandığı din. Tek partili dönemde Bellah’ın kavramsallaştırdığı tarzda bir “sivil din” üretilmek istenmiş ama başarılı olunamamıştır. Kültür ve sanatta ise dini düşünce ve estetik, alanın dışına itilerek sadece batı sanatlarına yer verilmiştir. Batılı olmayan neredeyse her fikir ve estetik, sanat alanından temizlenmiştir.
“Tek parti döneminde kültür ve sanat alanında gelenek ve dine karşı reaksiyon sert olmuştur”
İslamvemedya.com: Buna ilişkin ne gibi örnekler verebilirsiniz?
Osman Ülker: Tekke musikisi, sanat musikisi, geleneksel çalgıların eğitimi yer altına çekilmek zorunda kalmıştır, eski harflerin yasaklanması ile birlikte hat sanatı ölme noktasına gelmiştir, mesela. Türk İslam sanatları Medresetül Hattatin’den kalan incecik bir damarla beslenmeye çalışmıştır. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama bana en çarpıcı geleni sizinle paylaşayım: Ankara başkent ilan edildikten sonra imar edilmesi için Mimar Kemalettin Bey görevlendirilmiştir. 1. Ulusal mimari akımını başlatan Kemalettin Bey Ankara Palas gibi çok değerli eserler inşa etmiştir. Fakat geleneksel mimariden beslendiği için “kurtulmak istediğimiz kubbe ve camlarla bina yapıyor” denilerek görevinden alınmış daha sonra Güzel Sanatlar Akademisinde verdiği dersler de sonlandırılmıştır. Yani tek parti döneminde kültür ve sanat alanında gelenek ve dine karşı reaksiyon bu kadar sert olmuştur.
“Devlet Tiyatrosunda, gelenekseli ve dini kucaklayalım diye bir düşünce olmamıştır”
İslamvemedya.com: “Çok partili hayata geçişin alan üzerindeki en önemli etkisi, devrim politikalarının sona ermesi sebebiyle, kültürel üretim alanı üzerindeki devletin mutlak denetiminin kalkması olmuştur.” ifadenizi biraz açar mısınız? Denetimin ortadan kalkması, kültürel üretimde İslami kesimin etkisini yükseltti mi?
Osman Ülker: Çok partili döneme geçilmesi, Kemalist projenin de sona ermesi anlamına gelmektedir. Tabi ki temel ilkeler özellikle askeriye aracılığı ile korunmuştur ama artık toplumun dönüştürülmesi için yürütülen proje faaliyetler sona ermiştir. Bunun en sembolik örneği Köy Enstitülerinin kapanması olmuştur. Sanat devlet tekelinde üretilmekteydi ve devletin sanat üretimi üzerinde mutlak bir denetimi vardı. Mesela özel bir tiyatro parti merkezinde onaylanmadığı müddetçe Halk evlerinde gösteri yapamazdı. Bu sebeple sanat üretimi ancak tek parti fikirleri ile uyumlu ise kabul görürdü. Bu baskı ve denetim kalkmıştır. Yavaş yavaş Türk İslam sanatları yeraltından çıkmaya başlamış, dini düşünce tasavvufi bir formda kendine sanat ve estetikte yer bulmaya başlamıştır. Bununla birlikte projenin bitmesi etkisinin ve denetimin bittiği anlamına gelmemektedir. Kültür ve sanat eğitimi 25 yılda belirli ilkeler üzerine oturmuş kurumlar ve bu ilkeler doğrultusunda yetişmiş insanlar tarafından verilmeye devam ediliyordu. Bu sebeple mesela Devlet Tiyatrosunda ya da Güzel Sanatlar Akademisinde hemen “gelenekseli ve dini kucaklayalım” gibi bir düşüne olmamıştır. Çağdaşlaşma fikri güçlü bir şekilde bu kurumlarda sürdürülmüştür. Bu da kültür sanat alanının dini düşünceye kapalı halinin devam etmesine yol açmıştır.
Din, sahneye yabancılaştırılmıştır.
İslamvemedya.com: Türkiye’de sinemada din ve din adamına yönelik çeşitli değerlendirmeler var; lakin tiyatro hakkında kapsamlı bilgiler bulunmuyor. Eserinizde “Tiyatroda Din Adamı” başlığı var ve sahnedeki din algısını net bir biçimde yansıtıyorsunuz…Tespitleriniz neler oldu? Din adamının tiyatroda temsili hakkında neler söylersiniz?
Osman Ülker: Evet tiyatro konusu halen detaylı olarak ele alınmış değil. Tiyatro sinemadan önce incelenmesi gerekiyordu çünkü Türkiye’de sinema tiyatrocuların eliyle başlamıştır. Bu sebeple sinemada dinin sunumu büyük ölçüde tiyatroda zaten mevcut olan bakış açısının aktarılması şeklinde gerçekleşmiştir. Daha önce belirttiğim gibi alakası kesilmek istenen mazinin içinde din de vardı. Bu sebeple dinin tiyatroda sunumu belirgin bir biçimde olumsuzdur. Öncelikle dini sembollerin (din adamı, dini bir konu, dini temsil eden semboller) bulunduğu sahneler ile gündelik hayatın geçtiği sahneler birbirinden ayrılır. Tiyatroda gündelik hayat sekülerdir. Mesela bir yemek masasında geçen sahne düşünelim, besmele ile başlanmasını hayal bile edemeyiz. Çünkü gündelik hayatın tiyatral sunumundaki “gündelik hayat”, seküler beyaz Türk’e aittir. Yani seyircinin zihni dinin tiyatroda doğal olarak işlenmesini kabul etmez, çünkü hiç görmedik. Bu anlamda din sahneye yabancılaştırılmıştır. İkincisi, din genelde bir din adamı ile sunulur. Semboller çok belirgindir. Din adamı koyu kıyafetler giymiş, uzun sakallı, karanlık ve köhne bir ortamda yaşayan bir kişi olarak sunulur. Genelde bilime karşı, inatçı, insanlara hükmetmeye çalışan, hurafeleri kullanan, menfaatçi, çıkarcı ve kadın düşkünü olarak lanse edilir. Gavur İmam, Üfürükçü, Mum Söndü gibi oyunlar doğrudan bu tiplemeyi merkeze almışlardır. Tiyatro alanında bu değişmemiş fakat MTTB gibi hareketler ve bireysel bazı çabalar ile bu yıkılmaya çalışılmıştır.
“Seçici Benzeşme”
İslamvemedya.com: Kimi zaman, olumsuz tiplemelerde takke, tespih gibi aksesuarları bulunan karakterlerin sahneye geri döndüğünü görüyoruz. Çok Güzel Hareketler Bunlar’daki “Hıyarlı Baba” örneğinde olduğu gibi. Böyle bir tercihi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman Ülker: Daha önce belirttiğim üzere tiyatro sahnesi seküler bir alan olarak görülmüştür. Gündelik hayatta yaşanan din, doğal hali ile tiyatroda hiç temsil edilmemiştir. Bu sebeple nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz. Buna bir de tiyatroda dinin, din adamı üzerinden olumsuz bir temsili olduğunu ekleyelim. Siz bu sistem içinde yetişmiş bir oyuncusunuz. Kültürel sermayeniz, alanda bulunduğunuz sürece sizde oluşan habitus, aldığınız eğitim, içinde yetiştiğiniz çevre, sahneyle ilgili bilginiz neyse ona göre bir oyun çıkaracaksınızdır. Din adamı idesi zihninizde bahsettiğim süzgeçlerden geçerek somutlaştığında daha önce bildiğiniz imgelerle aynı ya da benzer bir şey oluşur. Bunu doğal olarak kabul edersiniz çünkü o ana kadar sahnede din adamı nasıl sunulmuş ise sizde oluşan imgede aynısı olacaktır. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Artık bir imam karakteri kullanılacaksa bu; yalancı, düzenbaz ve sahtekâr biri olacaktır. Daha da ötesi, eğer sahtekâr bir tip kullanılmak istenirse bu bir imam, din adamı ya da dini sembollere sahip biri olacaktır. Buna Weber seçici benzeşme der. Kısaca tiyatro ekosistemi içinde bu doğal bir durumdur, dışarıdan baktığımız için bize garip geliyor. Bunun değişmesi için önce tiyatro alanının bakış açısının değişmesi gerekmektedir.
Dindarların, sanatla ilgilenmemesi söz konusu değil; ancak kültür ve sanat alanından dışlanmıştır.
İslamvemedya.com: Dindarların ya da İslamî kesimin diyelim, tiyatroyla ilişkilerinden de söz eder misiniz?
Osman Ülker: Şöyle bir tweet hatırlıyorum: “60-70’lerde muhafazakarlar/dindarlar/İslamcılar” edebiyata yöneldi kültür ve sanat alanını ihmal ettiler. Bu sebeple bizden edebiyatçı çıktı ama sanatçı yetişmedi.” Ben bu yargıya tamamen karşıyım. Kitabımda ortaya koymaya çalıştığım temel tezlerden birisi şudur: O yıllarda dindarların sanatla ilgilenmemesi söz konusu değildir fakat Türkiye’de kültür ve sanat alanı dini ve dindarı dışarıya iten bir şekilde inşa edildiği için kendisine yer bulamamıştır. Peki, edebiyatta nasıl bulmuştur diye hemen ters bir soru gelebilir. Şöyle izah etmeye çalışayım: Edebiyatçı olmanız için bir diplomaya ihtiyacınız yoktur. Bir edebiyat dergisine gönderdiğiniz şiir beğenilir, ilgi görür ve yayınlanırsa bu alana girme biletini elde etmiş olursunuz. Bir çocuk kitabı yazarının nereden mezun olduğuna bakıyor muyuz mesela? Çünkü edebiyatçılık payesi veren bir kurum yoktur. Fakat sanat öyle değil.
“Muhsin Ertuğrul, Kısakürek Büyük Doğu fikrini benimseyince “dinci oldu” diyerek Devlet Tiyatrolarından bu oyunu çıkarmıştır”
Güzel sanatlarda o dönemde sanatçı diploması veren tek kurum Güzel Sanatlar Akademisidir (sonradan Mimar Sinan Üniversitesi olacaktır). Tiyatroda Devlet Tiyatrosu ve Şehir Tiyatroları. Buralara ancak mülakatla girilebilmektedir. 70’lerde güzel sanatlar ve devlet tiyatrolarında sol düşünce hâkim. Peki dindar bir kişi bu alanda referansı nasıl bulabilir ve bu ideolojik kaleleri nasıl aşabilir? Aştığını var saysak bile, bu sefer de alanın hâkim düşüncesi dini reddettiği için fikir olarak yaşama hakkı elde edemeyecektir. Bu sebeple kendisini ve düşüncelerini reddeden bu alanlara karşı dindarlarda doğal bir yabancılaşma meydana gelmiştir. Mesela Kısakürek’in Bir Adam Yaratmak oyununu başlarda bizzat kendisi oynayan Muhsin Ertuğrul, Kısakürek Büyük Doğu fikrini benimseyince “dinci oldu” diyerek Devlet Tiyatrolarından bu oyunu çıkarmıştır. Fakat sinema da öyle olmamıştır. Çünkü sinemacı olmak için de o dönemde bir diplomaya ihtiyaç yoktu. Devrimci sinemanın meşhur örneği Yılmaz Güney’in Umut filmi ile milli sinemanın başlangıcı Yücel Çakmaklı’nın Birleşen Yollar filmi aynı yıl gösterime girmiştir. Milli sinema fikri devrimci sinema kadar eskidir fakat sinema teknik ve ekonomik bir gücü gerektirdiği için örnekler daha geç gelmiştir. Sonuç olarak dindar kesimin tiyatroya bir mesafesi yoktur fakat bu alandan uzaklaştırıldığı için kendisine yeterince yer bulamamıştır.
İslamvemedya.com: Eklemek istediğiniz başka bir husus var mı?
Osman Ülker: Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar kültür ve sanat alanı bir ezber ile geldi. Batılılaşma ve çağdaşlaşma fikri bu alanda ideolojik körlük oluşturmuştur. Başarı ölçütü çağdaşlaşmadır, özgünlük değildir. Bu sebeple mesela tiyatroda dünyaya özgün eserler veremedik. Günümüzde artık bu konularda eskisi kadar net ayrımlara gitmek mümkün değil. Postmodern bir dönemde yaşıyoruz. Sanatın kendisi metalaştı, eserler gösterge değerlerini kaybedip altındaki imza ile ölçülür oldu. Sinema dijital platformların elinde dönüşüyor, estetik hızlı tüketimin bir parçası haline geliyor. Küresel bir kültürel hegemonya var. Estetik üretimi tekelleşen merkezlerin güdümüne girmiş durumda. Günümüzde din istendiği gibi kültür sanat alanında temsil edilebilir, üretenlere kar getirdiği müddetçe. Sembollerin anlam dünyasının içi boşaldı geriye sadece imgeler kaldı. Kültür sanat alanında yaşana bu değişim neticesinde alan içinde istediğimiz gibi temsil edilebiliriz ama bunu ister miyiz? Belki günümüzde dindar kesimin asıl odaklanması gereken nokta bu olmalı. Kendisine hala bir temsil alanı oluşturmaya çalışmak yerine küresel kültürel hegemonya ve metalaşmaya karşı nasıl bir duruş sergilememiz gerekir, onu tartışmalıyız.
"Medya ve Din: Bir Kültürel İktidar Meselesi" dosyasındaki diğer metinler için tıklayınız.
[1] Din sosyoloğu/ Dr. Öğretim Üyesi/ Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı