Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, İstanbul Ticaret Üniversitesi tarafından düzenlenen “Medya ve Din Sempozyumu”nun açılışına katıldı.
İslam’ın “Biri size bir haber getirdiğinde” şeklinde başlayan ilkesiyle adeta bir medya etiği takdim ettiğini belirten Prof. Dr. Görmez, “Nitekim dinimizin bilgi kaynağı sadık haber ve adil şahittir. Medyada aslolan da doğru bilgilendirmedir. Bilgilendirme faaliyetinin, insanlar arasındaki ilişkilerin üzerine yaslandığı ahlaki ve nesnel ölçütlerden bağımsız olarak işlemesini beklemek kabul edilemez.” şeklinde konuştu.
Medya ve din etkileşimine ilişkin dikkat çeken değerlendirmelerde bulunan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, konuşmasını şu şekilde sürdürdü:
“Din ve medya ilişkisi içler acısıdır”
Din medya ilişkisi içler acısıdır ve pek çok noktada medyanın bu konudaki yaklaşım biçimlerinin hemen her bir inanmış insanı rahatsız ettiğini belirtmek isterim. Medya ve din arasındaki ilişkilerin seyrettiği zemin eğer Türkiye bağlamıyla sınırlı kalmayı göze alırsak hiç kuşkusuz rahatsızlık verici, üzücü ve incitici bağlamlarda ilerlemektedir.
“Dünün Türkiye’sinde irtica söylemi ne ise bugünün dünyasında da İslamofobi odur”
Ülkemizde 31 Mart vakasından bu yana medyada dinin varlığı irtica ile eşdeğer bir şekilde gelişmiştir. Bugün, aynı enstrümanla bütün dünyada İslamofobi kolayca kitleselleşebilmektedir. Dünün Türkiye’sinde irtica söylemi ne ise bugünün dünyasında da İslamofobi odur. Böyle bir güce sahip olan medyada genellikle din bir Ramazan sayfası ve Cuma saati programı olarak görülmektedir. İşte medya-din ilişkisinde asıl sorun budur.
“Dini, takvim yaprağı ve Ramazan sayfasına indirgeyen bir medya Müslümanlığı tarzıyla medya-din ilişkisi sağlıklı bir zemine oturamaz”
Dini takvim yaprağına, Ramazan sayfasına ve Cuma saatine indirgeyen bir medya Müslümanlığı tarzı bir ilişkiyle medya-din ilişkisi sağlıklı bir zemine oturamaz. Yılın belli bir ayında, haftanın bir gününde dini bir sayfa hazırlatan ya da bir program yayınlayan bir medya organının dini ele alış biçimi ne kadar doğrudur, sorgulanmalıdır. Halbuki dinin medyadan istediği yalan haber yapmamaktır, olanı olduğu gibi aktarabilmektir, doğru haber vermektir. Kişinin mahremine girmemek ve hiç kimseye iftira atmamaktır. Bu tarz ahlaki kaygılar olmaksızın Cuma sayfası hazırlamak veya dini konuları içeren köşe yazıları yayımlamak ya da belirli zamanlarda televizyonlarda dini bir program yapmak herhangi bir anlam ifade etmez.
“Maalesef çocuklarımızı medya ile buluşturmak için değil, ondan korumak için önlem almak zorunda kalıyoruz”
Bugün ayrıca önemle üzerinde durulması gereken bir başka husus da sosyal medyadır. İnternet ortamında, sanal âlemde insanlar, gerek kendi kimliklerini gizleyerek ve gerekse deşifre ederek yerli yersiz her şeyini paylaşmakta, bunu yaparken de hiçbir değer ve ölçü tanımamaktadır. Bunun toplumda çok büyük ahlaki yaralar açtığı herkesin malumudur. Bu fütursuzluğuyla medya o kadar çok hayatımızın içinde ve kaçınılmaz hale gelmiştir ki maalesef çocuklarımızı medya ile buluşturmak için değil, ondan korumak için önlem almak zorunda kalıyoruz. Ve yine, medya o kadar kuşku uyandırıcıdır ki, eğitimciler çocuklarımızı onun kapsayıcılığından korumamız gerektiğini salık vermektedirler.
“Din ve dinî değerler, reyting ve daha çok kazanma uğruna hakikat çarpıtılarak, dini duygular istismar edilerek acımasızca heba edilmektedir”
Aslında din medya ilişkisi bu çağın paradigması ile de yakından ilgilidir. Bu çağ en geneliyle bir tüketim, hız ve haz çağıdır. Bu çağda rekabet, kazanma, başarı ve pazara egemen olma en önemli motivasyon kaynağıdır. Bu çağ tüm motivasyon kaynaklarıyla kendi içinde büyük bir ahlaksızlığı teşvik etmektedir. Olduğundan farklı göstererek reklam yapma, kadını kişiliğiyle değil dişiliğiyle bir cinsel objeye dönüştürme bu çağın en önemli problemidir. Aşırı tüketim, hız ve haz yine bu çağın getirdiği zaaflardır. Hâsılı bu çağ, insani zaafların tetiklendiği ve bu zaaaflar üzerine bir sektör oluşturularak bir pazarın inşa edilmeye çalışıldığı çağdır. Bu çağda biz insanlar sadece pazarın bir parçası olarak anlamlıyız. Bütün enstrümanlar bu pazara ulaşmak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda tüketimi yaygınlaştıran ve bir yaşam modeli haline gelmesini sağlayan en önemli işlev medyanın üzerindedir. Bu noktada din ve dinî değerler, gerek reyting, gerek rekabet, gerekse daha çok kazanma uğruna kimi zaman hakikat çarpıtılarak, kimi zaman da dini duygular istismar edilerek acımasızca heba edilmektedir.
“Bugün, İslam’ın medyadaki temsili İslam’dan ve Müslümanlardan bağımsız bir şekilde gerçekleştirilmektedir”
Bugün, İslam’ın medyadaki temsili İslam’dan bağımsız, Müslümanlardan bağımsız bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Genelleme yapmak sosyal ve bilimsel çalışmalarda hiçbir şekilde tasvip edilmeyen bir tercih olmasına rağmen günümüzde ne yazık ki bu genellemeleri yapacak çabalar oldukça istisnai bir durumdadır. Bu daralmışlık, bu kısıtlılık sorumluluk sahibi her aydını, her münevveri incitmesi gerektiği gibi dinini bir şekilde yaşamak isteyen her dindarı da rencide etmektedir. Daha geniş bir zeminden bakıldığında başta İslam olmak üzere hemen bütün dinler hakkında medya marifetiyle üretilen temsillerin bir cehaletten mi, art niyetten mi yoksa özensiz bir ilgiden mi kaynaklandığı konusunda bir karara varmak güçtür. Ancak belirtmek gerekir ki bunlardan hangisi geçerli olursa olsun sonuçta bu durumdan yara alan, sonuçta mağdur duruma düşen her zaman din olmaktadır.
“Diyanet ve medya üzerinden bilimsel çalışmalara ihtiyaç var”
Dinin bu toplumun kimyasında yer alan ağırlığı bugün gerçek bir hazmedişle kavranmış değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak hemen her gün İslam hakkındaki ölçüsüz suçlama, incitici değerlendirme ve kasıtlı saldırılar karşısında cevap verme çabası içinde aziz milletimizi bilgilendirme gereği duyuyoruz. Aslında din ve medya ilişkisi ele alınacaksa mutlaka Diyanet ve medya üzerinden bir takım araştırmalara ihtiyaç vardır. Diyanet İşleri Başkanlığının bu konuda acıklı bir tarihi vardır. Bu arada akademisyen dostlarımıza bir müjde vermek isterim. 3 Mart 1924’ten bugüne kadar Diyanet ile ilgili yazılı medyada yer alan bütün haberler dijital ortama aktarıldı. Konularına göre tasnif edildi. Bu konuda çalışma yapacak genç akademisyenlere imkan hazırladığımızı da ifade etmek isterim.
“Mesele din hakkında, dindarların hoşuna gidecek adımları atmak değil, asıl mesele medyamızın dini ciddiye almasıdır”
Mesele din hakkında, dindarların hoşuna gidecek adımları atmak değildir. Asıl mesele medyamızın dini ciddiye almasıdır. Az önce de vurguladığım gibi milletimizin sosyolojisini, antropolojisini, psikolojisini, teolojisini kuşatmış bir hakikat karşısında hemen her birimizin arzu ettiği şey ciddiye alınmak, anlaşılmak için emek vermek ve kutsal değerleri bir tartışma ve polemik konusu yapmamaktır.
“Bu coğrafyanın dinamiklerini öğrenme, kavrama, dikkate alma, hesaba katma konusundaki ilgisizlikle nereye kadar gidecek”
Modernleşme sürecinde özellikle kendi Batılılaşma mecramız boyunca medyamızın nerede saf tutmayı tercih ettiği bugün özellikle üzerinde durulmayı hak eden bir husus olduğunu not etmek yerinde olacaktır. Bu bağlamda din konusunda yer yer radikal sayılabilecek bir şekilde ona karşı mesafeli olmayı bir resmi davranış olarak kodlayanların bile zaman içinde bu yaklaşımını gözden geçirmeye ve daha makul bir çerçevede dinle irtibat kurmaya ihtiyaç duyduğu gözlendiğinde medyanın durduğu yeri görmek gerçekten şaşırtıcı olmuştur. Burada din konusunda bir tercihte bulunmaktan, bu konuda kendi entelektüel çıkarımlarını göz ardı ederek zoraki bir ilgiye yönelmekten söz etmiyorum. Burada vurgulamakta ısrarlı olduğum husus, bu coğrafyanın dinamiklerini öğrenme, kavrama, dikkate alma, hesaba katma konusundaki ilgisizlikle nereye kadar gidileceği noktasındadır.
“Basın özgürlüğü hepimizin huzur ve felahı için gerekli hatta zorunludur ancak bu özgürlük vurgusundan sadece dinin ve dindarların mağdur olması da anlaşılır gibi değildir”
Basın özgürlüğünü hepimizin huzur ve felahı için gerekli hatta zorunlu görüyoruz. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki bu konuda üzerinde ısrarla durulan bir özgürlük vurgusundan sadece dinin ve dindarların mağdur olması da anlaşılır gibi değildir. Herkes için özgürlük kıymetli bir tercihtir, saygı değerdir. Ancak bu talebi dinin temel değerlerine, ritüellerine, iddialarına karşı yöneltmek her durumda gözden geçirilmesi icap eden bir hususiyet arz etmektedir. Bugün her bir Müslümanın kendi canından daha aziz gördüğü dinini, imanını, ibadetlerini, dinî gerekçelerle ortaya koyduğu yaklaşımlarını yeterli bir anlama çabası içinde olmaksızın en hafifinden küçümsemek, alaya almak insanlık dünyasının ulaştığı kazanımlar çerçevesinde bize hiç mi hiç yakışmamaktadır.
“Bu coğrafyanın sorumluluk sahibi pek çok müntesibi “din cahili” çıkışlardan mustariptir”
Diyanet İşleri Başkanlığı, gerek Anayasamızda gerekse maşeri vicdanda toplumumuzun zihin ve eylem dünyasında İslam’ın kitlelere doğru anlatılması gibi bir sorumluluk bilinciyle hareket etmektedir. Dini açıdan oldukça mümbit sayılabilecek coğrafyamızda medyanın bu konulardaki ilgisinin küçümsenecek bir tarafı yoktur. Bununla birlikte din gibi coğrafyanın bütün bir gerçekliğini kuşatan kalıcı bir fenomen hakkında asgari düzeyde de olsa bir bilgilenmeye ihtiyaç had safhadadır. Hala medyamızın bir din editörüne ihtiyacı yeterince hissedilmemektedir. Dini kavramları bilerek bilmeyerek karıştıranları, hatimle hutbeyi, hutbeyle vaazı, bayramla cumayı birbirine katanları sadece eğlencelik birer figür olarak ele alamayız. Bu coğrafyanın sorumluluk sahibi pek çok müntesibi “din cahili” çıkışlardan mustariptir. Merhum Necip Fazıl’ın meşhur “Babiali”sinde söz ettiklerinin üzerinden ne kadar da çok zaman geçmiştir. Hala bu konuda sadra şifa bir gelişme kaydedilmemiştir.
Edward Said’in dünya ölçeğinde İslam’a yönelik medyatik şiddet ve saldırıları dile getirdiği “haberlerin ağından İslam”ın üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen henüz daha medyamızda bu konudaki ihmalkarlıkları, niyet bozukluklarını, empati eksikliklerini gidermeye yönelik hiçbir adıma ihtiyaç duyulmamıştır. Gelinen noktada bu toprakların asil ve müreffeh insanları olarak hangi dinden olursak olalım kutsalımızın kabul edilebilir saygınlık çerçevesinde doğru bir şekilde takdim edilmesine ihtiyaç vardır. Bugün sinemada işlenen “din adamı” tiplemesinin hiçbir sahici karşılığı yokken bunda ısrarlı olmanın ne gibi bir gerekçesi ve anlamı vardır? Diyanet İşleri Başkanlığının günün şartları içinde verdiği ve her şeyden önce dinin dinamik karakterini yansıtan fetvalarını bağlamından kopararak tamamen manipülatif bir şekilde topluma aktarmanın ne gibi bir anlamı vardır? Diyanet İşleri Başkanlığı medyanın sürekli tekrarladığı bu gibi yanlış tercih ve uygulamaları her fırsatta düzeltmekten yorulmayacaktır. Ancak itiraf etmeliyim ki böyle giderse toplum nezdindeki güven ve itibarına halel gelebileceğinden habersiz bir çıkarımla din alanını sık sık maniple eden bir bakış açısı büyük bir güven erozyonuna yol açacaktır.
Fotoğraf: Mehmet Öztürk
İslam’ın “Biri size bir haber getirdiğinde” şeklinde başlayan ilkesiyle adeta bir medya etiği takdim ettiğini belirten Prof. Dr. Görmez, “Nitekim dinimizin bilgi kaynağı sadık haber ve adil şahittir. Medyada aslolan da doğru bilgilendirmedir. Bilgilendirme faaliyetinin, insanlar arasındaki ilişkilerin üzerine yaslandığı ahlaki ve nesnel ölçütlerden bağımsız olarak işlemesini beklemek kabul edilemez.” şeklinde konuştu.
Medya ve din etkileşimine ilişkin dikkat çeken değerlendirmelerde bulunan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, konuşmasını şu şekilde sürdürdü:
“Din ve medya ilişkisi içler acısıdır”
Din medya ilişkisi içler acısıdır ve pek çok noktada medyanın bu konudaki yaklaşım biçimlerinin hemen her bir inanmış insanı rahatsız ettiğini belirtmek isterim. Medya ve din arasındaki ilişkilerin seyrettiği zemin eğer Türkiye bağlamıyla sınırlı kalmayı göze alırsak hiç kuşkusuz rahatsızlık verici, üzücü ve incitici bağlamlarda ilerlemektedir.
“Dünün Türkiye’sinde irtica söylemi ne ise bugünün dünyasında da İslamofobi odur”
Ülkemizde 31 Mart vakasından bu yana medyada dinin varlığı irtica ile eşdeğer bir şekilde gelişmiştir. Bugün, aynı enstrümanla bütün dünyada İslamofobi kolayca kitleselleşebilmektedir. Dünün Türkiye’sinde irtica söylemi ne ise bugünün dünyasında da İslamofobi odur. Böyle bir güce sahip olan medyada genellikle din bir Ramazan sayfası ve Cuma saati programı olarak görülmektedir. İşte medya-din ilişkisinde asıl sorun budur.
“Dini, takvim yaprağı ve Ramazan sayfasına indirgeyen bir medya Müslümanlığı tarzıyla medya-din ilişkisi sağlıklı bir zemine oturamaz”
Dini takvim yaprağına, Ramazan sayfasına ve Cuma saatine indirgeyen bir medya Müslümanlığı tarzı bir ilişkiyle medya-din ilişkisi sağlıklı bir zemine oturamaz. Yılın belli bir ayında, haftanın bir gününde dini bir sayfa hazırlatan ya da bir program yayınlayan bir medya organının dini ele alış biçimi ne kadar doğrudur, sorgulanmalıdır. Halbuki dinin medyadan istediği yalan haber yapmamaktır, olanı olduğu gibi aktarabilmektir, doğru haber vermektir. Kişinin mahremine girmemek ve hiç kimseye iftira atmamaktır. Bu tarz ahlaki kaygılar olmaksızın Cuma sayfası hazırlamak veya dini konuları içeren köşe yazıları yayımlamak ya da belirli zamanlarda televizyonlarda dini bir program yapmak herhangi bir anlam ifade etmez.
“Maalesef çocuklarımızı medya ile buluşturmak için değil, ondan korumak için önlem almak zorunda kalıyoruz”
Bugün ayrıca önemle üzerinde durulması gereken bir başka husus da sosyal medyadır. İnternet ortamında, sanal âlemde insanlar, gerek kendi kimliklerini gizleyerek ve gerekse deşifre ederek yerli yersiz her şeyini paylaşmakta, bunu yaparken de hiçbir değer ve ölçü tanımamaktadır. Bunun toplumda çok büyük ahlaki yaralar açtığı herkesin malumudur. Bu fütursuzluğuyla medya o kadar çok hayatımızın içinde ve kaçınılmaz hale gelmiştir ki maalesef çocuklarımızı medya ile buluşturmak için değil, ondan korumak için önlem almak zorunda kalıyoruz. Ve yine, medya o kadar kuşku uyandırıcıdır ki, eğitimciler çocuklarımızı onun kapsayıcılığından korumamız gerektiğini salık vermektedirler.
“Din ve dinî değerler, reyting ve daha çok kazanma uğruna hakikat çarpıtılarak, dini duygular istismar edilerek acımasızca heba edilmektedir”
Aslında din medya ilişkisi bu çağın paradigması ile de yakından ilgilidir. Bu çağ en geneliyle bir tüketim, hız ve haz çağıdır. Bu çağda rekabet, kazanma, başarı ve pazara egemen olma en önemli motivasyon kaynağıdır. Bu çağ tüm motivasyon kaynaklarıyla kendi içinde büyük bir ahlaksızlığı teşvik etmektedir. Olduğundan farklı göstererek reklam yapma, kadını kişiliğiyle değil dişiliğiyle bir cinsel objeye dönüştürme bu çağın en önemli problemidir. Aşırı tüketim, hız ve haz yine bu çağın getirdiği zaaflardır. Hâsılı bu çağ, insani zaafların tetiklendiği ve bu zaaaflar üzerine bir sektör oluşturularak bir pazarın inşa edilmeye çalışıldığı çağdır. Bu çağda biz insanlar sadece pazarın bir parçası olarak anlamlıyız. Bütün enstrümanlar bu pazara ulaşmak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda tüketimi yaygınlaştıran ve bir yaşam modeli haline gelmesini sağlayan en önemli işlev medyanın üzerindedir. Bu noktada din ve dinî değerler, gerek reyting, gerek rekabet, gerekse daha çok kazanma uğruna kimi zaman hakikat çarpıtılarak, kimi zaman da dini duygular istismar edilerek acımasızca heba edilmektedir.
“Bugün, İslam’ın medyadaki temsili İslam’dan ve Müslümanlardan bağımsız bir şekilde gerçekleştirilmektedir”
Bugün, İslam’ın medyadaki temsili İslam’dan bağımsız, Müslümanlardan bağımsız bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Genelleme yapmak sosyal ve bilimsel çalışmalarda hiçbir şekilde tasvip edilmeyen bir tercih olmasına rağmen günümüzde ne yazık ki bu genellemeleri yapacak çabalar oldukça istisnai bir durumdadır. Bu daralmışlık, bu kısıtlılık sorumluluk sahibi her aydını, her münevveri incitmesi gerektiği gibi dinini bir şekilde yaşamak isteyen her dindarı da rencide etmektedir. Daha geniş bir zeminden bakıldığında başta İslam olmak üzere hemen bütün dinler hakkında medya marifetiyle üretilen temsillerin bir cehaletten mi, art niyetten mi yoksa özensiz bir ilgiden mi kaynaklandığı konusunda bir karara varmak güçtür. Ancak belirtmek gerekir ki bunlardan hangisi geçerli olursa olsun sonuçta bu durumdan yara alan, sonuçta mağdur duruma düşen her zaman din olmaktadır.
“Diyanet ve medya üzerinden bilimsel çalışmalara ihtiyaç var”
Dinin bu toplumun kimyasında yer alan ağırlığı bugün gerçek bir hazmedişle kavranmış değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak hemen her gün İslam hakkındaki ölçüsüz suçlama, incitici değerlendirme ve kasıtlı saldırılar karşısında cevap verme çabası içinde aziz milletimizi bilgilendirme gereği duyuyoruz. Aslında din ve medya ilişkisi ele alınacaksa mutlaka Diyanet ve medya üzerinden bir takım araştırmalara ihtiyaç vardır. Diyanet İşleri Başkanlığının bu konuda acıklı bir tarihi vardır. Bu arada akademisyen dostlarımıza bir müjde vermek isterim. 3 Mart 1924’ten bugüne kadar Diyanet ile ilgili yazılı medyada yer alan bütün haberler dijital ortama aktarıldı. Konularına göre tasnif edildi. Bu konuda çalışma yapacak genç akademisyenlere imkan hazırladığımızı da ifade etmek isterim.
“Mesele din hakkında, dindarların hoşuna gidecek adımları atmak değil, asıl mesele medyamızın dini ciddiye almasıdır”
Mesele din hakkında, dindarların hoşuna gidecek adımları atmak değildir. Asıl mesele medyamızın dini ciddiye almasıdır. Az önce de vurguladığım gibi milletimizin sosyolojisini, antropolojisini, psikolojisini, teolojisini kuşatmış bir hakikat karşısında hemen her birimizin arzu ettiği şey ciddiye alınmak, anlaşılmak için emek vermek ve kutsal değerleri bir tartışma ve polemik konusu yapmamaktır.
“Bu coğrafyanın dinamiklerini öğrenme, kavrama, dikkate alma, hesaba katma konusundaki ilgisizlikle nereye kadar gidecek”
Modernleşme sürecinde özellikle kendi Batılılaşma mecramız boyunca medyamızın nerede saf tutmayı tercih ettiği bugün özellikle üzerinde durulmayı hak eden bir husus olduğunu not etmek yerinde olacaktır. Bu bağlamda din konusunda yer yer radikal sayılabilecek bir şekilde ona karşı mesafeli olmayı bir resmi davranış olarak kodlayanların bile zaman içinde bu yaklaşımını gözden geçirmeye ve daha makul bir çerçevede dinle irtibat kurmaya ihtiyaç duyduğu gözlendiğinde medyanın durduğu yeri görmek gerçekten şaşırtıcı olmuştur. Burada din konusunda bir tercihte bulunmaktan, bu konuda kendi entelektüel çıkarımlarını göz ardı ederek zoraki bir ilgiye yönelmekten söz etmiyorum. Burada vurgulamakta ısrarlı olduğum husus, bu coğrafyanın dinamiklerini öğrenme, kavrama, dikkate alma, hesaba katma konusundaki ilgisizlikle nereye kadar gidileceği noktasındadır.
“Basın özgürlüğü hepimizin huzur ve felahı için gerekli hatta zorunludur ancak bu özgürlük vurgusundan sadece dinin ve dindarların mağdur olması da anlaşılır gibi değildir”
Basın özgürlüğünü hepimizin huzur ve felahı için gerekli hatta zorunlu görüyoruz. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki bu konuda üzerinde ısrarla durulan bir özgürlük vurgusundan sadece dinin ve dindarların mağdur olması da anlaşılır gibi değildir. Herkes için özgürlük kıymetli bir tercihtir, saygı değerdir. Ancak bu talebi dinin temel değerlerine, ritüellerine, iddialarına karşı yöneltmek her durumda gözden geçirilmesi icap eden bir hususiyet arz etmektedir. Bugün her bir Müslümanın kendi canından daha aziz gördüğü dinini, imanını, ibadetlerini, dinî gerekçelerle ortaya koyduğu yaklaşımlarını yeterli bir anlama çabası içinde olmaksızın en hafifinden küçümsemek, alaya almak insanlık dünyasının ulaştığı kazanımlar çerçevesinde bize hiç mi hiç yakışmamaktadır.
“Bu coğrafyanın sorumluluk sahibi pek çok müntesibi “din cahili” çıkışlardan mustariptir”
Diyanet İşleri Başkanlığı, gerek Anayasamızda gerekse maşeri vicdanda toplumumuzun zihin ve eylem dünyasında İslam’ın kitlelere doğru anlatılması gibi bir sorumluluk bilinciyle hareket etmektedir. Dini açıdan oldukça mümbit sayılabilecek coğrafyamızda medyanın bu konulardaki ilgisinin küçümsenecek bir tarafı yoktur. Bununla birlikte din gibi coğrafyanın bütün bir gerçekliğini kuşatan kalıcı bir fenomen hakkında asgari düzeyde de olsa bir bilgilenmeye ihtiyaç had safhadadır. Hala medyamızın bir din editörüne ihtiyacı yeterince hissedilmemektedir. Dini kavramları bilerek bilmeyerek karıştıranları, hatimle hutbeyi, hutbeyle vaazı, bayramla cumayı birbirine katanları sadece eğlencelik birer figür olarak ele alamayız. Bu coğrafyanın sorumluluk sahibi pek çok müntesibi “din cahili” çıkışlardan mustariptir. Merhum Necip Fazıl’ın meşhur “Babiali”sinde söz ettiklerinin üzerinden ne kadar da çok zaman geçmiştir. Hala bu konuda sadra şifa bir gelişme kaydedilmemiştir.
Edward Said’in dünya ölçeğinde İslam’a yönelik medyatik şiddet ve saldırıları dile getirdiği “haberlerin ağından İslam”ın üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen henüz daha medyamızda bu konudaki ihmalkarlıkları, niyet bozukluklarını, empati eksikliklerini gidermeye yönelik hiçbir adıma ihtiyaç duyulmamıştır. Gelinen noktada bu toprakların asil ve müreffeh insanları olarak hangi dinden olursak olalım kutsalımızın kabul edilebilir saygınlık çerçevesinde doğru bir şekilde takdim edilmesine ihtiyaç vardır. Bugün sinemada işlenen “din adamı” tiplemesinin hiçbir sahici karşılığı yokken bunda ısrarlı olmanın ne gibi bir gerekçesi ve anlamı vardır? Diyanet İşleri Başkanlığının günün şartları içinde verdiği ve her şeyden önce dinin dinamik karakterini yansıtan fetvalarını bağlamından kopararak tamamen manipülatif bir şekilde topluma aktarmanın ne gibi bir anlamı vardır? Diyanet İşleri Başkanlığı medyanın sürekli tekrarladığı bu gibi yanlış tercih ve uygulamaları her fırsatta düzeltmekten yorulmayacaktır. Ancak itiraf etmeliyim ki böyle giderse toplum nezdindeki güven ve itibarına halel gelebileceğinden habersiz bir çıkarımla din alanını sık sık maniple eden bir bakış açısı büyük bir güven erozyonuna yol açacaktır.
Fotoğraf: Mehmet Öztürk