İnsanlık olarak bedevilikten medeniliğe yolculuğumuz devam ediyor. Ülkemiz de bu kervanın, özellikle son üçyüz yıldır değişmeyen yolcuları arasında. 30 büyükşehir ve Zonguldak’ta 48 saat zorunlu olarak sokağa çıkma yasağının ilan edildiği 10 Nisan 2020 Cuma akşamı karşılaştığımız toplum manzarası, bu yolculuğun korona günlerinde ve post-korona döneminde de süreceğinin işaretlerini içeriyor. Esasen bedevi pratiklerden farklı olarak şehir hayatı, medeniyetin öğretildiği/öğrenildiği, medeni tutum ve alışkanlıkların bireylerin sosyal pratiklerine yansıdığı, bu yansımanın diğer bireyler tarafından da gözlemlenebildiği, tek başına değil birlikte, korkarak değil güvenle varolma biçimi ve imkanı sunar. Aynı zamanda o, herkesin huzur ve mutluluğu için güvenli yaşamın kurallara bağlandığı ve bu kuralların tüm vatandaşların güvenliği için bir otorite/yetke tarafından güvence altına alındığı güvenli yaşam ortamıdır. Bununla birlikte insanlar, güvenli bir yaşamla birlikte özgürlüklerinin de güvence altına alınmasını isterler. Bu son derece doğal bir istektir. Ancak özgürlüklerin de bir sınırı vardır. Başkalarının özgürlüğünü hiçe sayarak sergilediğiniz davranışlar, sizin özgürlük alanınız içinde yer almaz. Aksine bu, özgürlüğü yanlış anladığınızın nişanesi olur.
Haftasonu sokağa çıkma yasağının ilan edilmesinin hemen ardından yaşananlardan sonra ülkemizde medeni pratiklerin ve özgürlüklerin ne kadar içselleştirildiğini, ne ölçüde yerinde ve zamanında kullanıldığını, milletçe yeniden gözlemlemiş olduk. Öncelikle, ortaya çıkan manzaradan herkesin üzerine düşen dersleri alması ve tekrarlanmaması en büyük dileğimizdir. Bu manzaranın ortaya çıkardığı dikkat çekici sonuçlardan biri, toplumsal hafızamızda “ekmek” üzerinden kuşaktan kuşağa aktarılan metaforik dilin anlamlandırma pratiklerimiz üzerindeki etkisinin hala son derece güçlü olduğudur. Esasen bu, toplumsal duyarlılıklarımız tarafından beslenen duygusal yoğunluğu yüksek bir toplumsal hafızaya sahip olduğumuzun da göstergesi. Hal böyle olunca, özellikle olağanüstü zamanlarda toplumsal vasatı olmayan refleksif davranışlar sergileyebiliyoruz. Bu da bizi “tedbir” ve “takdir” arasında dengeli tutum ve davranışlara sarılmak yerine, ikisinden birini tercihe yönelen marjinal tepkiler vermeye itiyor. Böyle zamanlarda kadim kültürümüzden tevarüs eden dayanışmacı değerlerimizin yerini hırs, tamahkarlık, bencillik, hırçınlık ve kurnazlık gibi muhteris davranışlar alabiliyor. Modern tüketim kültürünün piyasa değerleriyle beslediği bu tarz pratikler, müreffeh yaşamın hazcılık ve hedonizmine ayarlanan yaşam alışkanlıklarımızın tutsağı olma yolunda giderek ilerlediğimizin de işareti olsa gerek. Tüm bunların temelinde ise enformatik cehaletimiz yatıyor.
10 Nisan 2020 cuma akşamı toplumsal hafızamıza kazınan görüntüler, içinde yaşadığımız tekno-bilişim toplumunun bir taraftan teknolojiye ve bilgiye erişimi kolaylaştırırken, diğer taraftan manipülatif içeriklerle zihinsel yetilerimizi işlevsizleştirmesinin toplumsal çıktıları arasındaki yerini almış durumdadır. Bu, artık altıncı duyumuz haline gelen akıllı telefonlarımız aracılığıyla ve genellikle sosyal medya mecralarından iletilen mesajların kaynağını sorgulamadan, üzerinde yeterinde düşünmeden, bireysel ve daha da önemlisi toplumsal sonuçlarını hesaba katmadan alelacele paylaşmanın ortaya çıkardığı tedirgin edici sonuçlardan biridir. Nihai sonuç: tefekkürü/sorgulayıcı yetileri işlevsizleşen kişilerin refleksleri de, toplum genelinde uyulan kamusal tedbirleri boşa çıkarırcasına verdiği tepkiler de orantısız olmuştur.
Bu olay, aynı zamanda korona günlerinin ürettiği belirsizliğin insan psikolojisi üzerindeki etkisini de görmemizi sağladı. Zorunlu sokağa çıkma yasağı, sadece haftasonuyla sınırlı olmasına rağmen, bir süredir devam eden toplumsal izolasyon/tecrit sürecinin ne kadar devam edeceğine ilişkin belirsizliği destekleyen bir karar olarak algılandı. Bu karar, evde kalmanın beraberinde getirdiği nedensel yüklemelerle ve bunalmışlık duygusuyla birleşince, arzu edilmeyen görüntülerin ortaya çıkışına zemin hazırlamış oldu. Böylece son günlerde sosyal medyada çokça paylaşılan evde ekmek yapımı gibi pratiklerin, modern tüketim ve beslenme kültürüne eklemlenen geleneksel eviçi duyarlılığı temsil etme konusundaki yetersizliği, sahici öğrenmelere nitelikli katkı sunmadığı görülmüş oldu.
Amerikalı psikolog Lawrance Kohlberg, “Ahlâkî Gelişim Kuramı”nda ahlaki gelişimin ilk aşamasını gelenek öncesi dönem olarak isimlendirir. Yedi yaşına kadarki bu dönemde insan, kararlarını; olayların dış görünüşüne ve meydana gelen zararın büyüklüğüne bakarak alır. Kurallara, doğruluğuna inandığı için değil, cezalandırılma korkusuyla uyar ya da boyun eğer. Soyut düşünceyi somut fiile dönüştüremediği için risk algısı zayıftır. Haftasonu zorunlu sokağa çıkma yasağı ile ilişkilendirdiğimizde, soyutlama becerisi yeterince gelişmemiş kişilerin, virüs kaparak hastalanmayı ya da çevresine virüs bulaştırmayı uzak ihtimal olarak algılaması, dolayısıyla sağlık otoriteleri tarafından kendisi, yakın çevresi ve toplumun diğer üyelerini korumaya yönelik önlemlere uymayı gereksiz görmesi, onları değersizleştirmesi ya da önemsememesidir. Buna karşın, aynı kişilerin yakın ihtimal olarak gördükleri açlık riskini ya da korkusunu ise, -iki günlüğüne ve çok düşük ihtimal bile olsa- ertelemeyi düşün(e)memesidir. Bu durumun doğal sonucu, ertelenemeyen düşük riskli yakın hazların yüksek risk içeren yaşamsal tehditlere tercih edilmesidir. Böylece toplumsal hafızadaki çağrışımları güçlü olan açlık ya da kıtlık korkusu, hanelerimize uğrama ihtimali onun kadar yüksek görülmeyen virüs bulaşma ya da taşıyıcısı olma riskine baskın gelmiş oldu. Sonuç: itidal yerini infiale, sağduyu yerini hırs ve tamahkarlığa; kanaat ise yerini açgözlülüğe bırakmış göründü.
Temel ihtiyaçları karşılansa da, gözü ve gönlü yeterince doyurulmamış kişilerden yüksek duyarlılıklar sergilemesini beklemek gerçekçi değildir. Esasen tekno-bilişim toplumunun gönülden çok göze hitap eden mesajlarıyla beslenen doyumsuzlukların tatmini için daha çok gönüle hitap eden duyguların eğitilmesi gerekir. Duygu eğitimi, örgün eğitim kadar yaygın eğitim imkanları da kullanılarak çözümlenmeyi bekleyen ivedi sorunlarımız arasındadır. Bu amaçla, toplumsal ve ahlaki duyarlılık ya da sorumluluk dilini kullanan kitle iletişim araçlarının imkanlarını seferber ederek, toplum bilincimizde yerleşik güvenli kültür kodlarını harekete geçirmeliyiz. Bu yolla, kültürümüzde tarihten günümüze taşınan geleneksel değerleri çağın ruhuyla buluşturan mesajları yaygınlaştırmaya çalışmalıyız. Sözü tümleyenin davranış olduğunu unutmadan söylem kadar eylemi/ahlaki davranışı destekleyen ‘iyi örnekleri’ toplumumuzun gündeminde tutmalıyız.
Yeni medya, özellikle de sosyal medya kullanıcılarının, paylaşımlarında ‘facialaştırma’ yerine kültürde varolan değerlerin yaygınlaştırılmasına katkıda bulunma sorumluluğu ile hareket etmeleri gerekir. Medyada milli ve evrensel değerleri önemseyen formatların yeniden yapılandırılması, buna uygun içeriklerin yaygınlaştırılması, kamu ve özel sektör kuruluşlarının inisiyatif alarak mazeret üretmeden ülkemizin ve insanlığın geleceği adına bu konudaki toplumsal sorumluluklarını yerine getirmesi, ‘ama’, ‘fakat’, ‘ancak’ gibi koşullu desteklerin arkasına sığınmadan ‘model insan’ ve ‘iyi vatandaş’ sorumluluğuyla çalışması kaçınılmazdır. Medya formatlarında, bireysel hayatta olduğu gibi toplumsal hayatta da insanın mutluluğunu ve toplumun gönencini temel amaç edinen yaklaşımlarla, ötekileştirmeyen, ayrıştırmayan, kucaklayıcı, kuşatıcı, sıcak bir dilin kullanılması, “mış” gibi yapmayan bir tarz ve yaklaşım ile kısa, orta ve uzun vadeli, tüm toplum kesimlerinin katkısını önemseyen ve onlara kendilerini değerli hissettiren duyarlı, iyiliksever, fedakar, kanaatkar, vefalı, dayanışmacı, paylaşımcı ve her şeyden önemlisi içtenlikli çabalara ve örneklere böylesine olağanüstü zamanlarda daha çok ihtiyacımızın olduğu açık.
Haftasonu sokağa çıkma yasağının ilan edilmesinin hemen ardından yaşananlardan sonra ülkemizde medeni pratiklerin ve özgürlüklerin ne kadar içselleştirildiğini, ne ölçüde yerinde ve zamanında kullanıldığını, milletçe yeniden gözlemlemiş olduk. Öncelikle, ortaya çıkan manzaradan herkesin üzerine düşen dersleri alması ve tekrarlanmaması en büyük dileğimizdir. Bu manzaranın ortaya çıkardığı dikkat çekici sonuçlardan biri, toplumsal hafızamızda “ekmek” üzerinden kuşaktan kuşağa aktarılan metaforik dilin anlamlandırma pratiklerimiz üzerindeki etkisinin hala son derece güçlü olduğudur. Esasen bu, toplumsal duyarlılıklarımız tarafından beslenen duygusal yoğunluğu yüksek bir toplumsal hafızaya sahip olduğumuzun da göstergesi. Hal böyle olunca, özellikle olağanüstü zamanlarda toplumsal vasatı olmayan refleksif davranışlar sergileyebiliyoruz. Bu da bizi “tedbir” ve “takdir” arasında dengeli tutum ve davranışlara sarılmak yerine, ikisinden birini tercihe yönelen marjinal tepkiler vermeye itiyor. Böyle zamanlarda kadim kültürümüzden tevarüs eden dayanışmacı değerlerimizin yerini hırs, tamahkarlık, bencillik, hırçınlık ve kurnazlık gibi muhteris davranışlar alabiliyor. Modern tüketim kültürünün piyasa değerleriyle beslediği bu tarz pratikler, müreffeh yaşamın hazcılık ve hedonizmine ayarlanan yaşam alışkanlıklarımızın tutsağı olma yolunda giderek ilerlediğimizin de işareti olsa gerek. Tüm bunların temelinde ise enformatik cehaletimiz yatıyor.
10 Nisan 2020 cuma akşamı toplumsal hafızamıza kazınan görüntüler, içinde yaşadığımız tekno-bilişim toplumunun bir taraftan teknolojiye ve bilgiye erişimi kolaylaştırırken, diğer taraftan manipülatif içeriklerle zihinsel yetilerimizi işlevsizleştirmesinin toplumsal çıktıları arasındaki yerini almış durumdadır. Bu, artık altıncı duyumuz haline gelen akıllı telefonlarımız aracılığıyla ve genellikle sosyal medya mecralarından iletilen mesajların kaynağını sorgulamadan, üzerinde yeterinde düşünmeden, bireysel ve daha da önemlisi toplumsal sonuçlarını hesaba katmadan alelacele paylaşmanın ortaya çıkardığı tedirgin edici sonuçlardan biridir. Nihai sonuç: tefekkürü/sorgulayıcı yetileri işlevsizleşen kişilerin refleksleri de, toplum genelinde uyulan kamusal tedbirleri boşa çıkarırcasına verdiği tepkiler de orantısız olmuştur.
Bu olay, aynı zamanda korona günlerinin ürettiği belirsizliğin insan psikolojisi üzerindeki etkisini de görmemizi sağladı. Zorunlu sokağa çıkma yasağı, sadece haftasonuyla sınırlı olmasına rağmen, bir süredir devam eden toplumsal izolasyon/tecrit sürecinin ne kadar devam edeceğine ilişkin belirsizliği destekleyen bir karar olarak algılandı. Bu karar, evde kalmanın beraberinde getirdiği nedensel yüklemelerle ve bunalmışlık duygusuyla birleşince, arzu edilmeyen görüntülerin ortaya çıkışına zemin hazırlamış oldu. Böylece son günlerde sosyal medyada çokça paylaşılan evde ekmek yapımı gibi pratiklerin, modern tüketim ve beslenme kültürüne eklemlenen geleneksel eviçi duyarlılığı temsil etme konusundaki yetersizliği, sahici öğrenmelere nitelikli katkı sunmadığı görülmüş oldu.
Amerikalı psikolog Lawrance Kohlberg, “Ahlâkî Gelişim Kuramı”nda ahlaki gelişimin ilk aşamasını gelenek öncesi dönem olarak isimlendirir. Yedi yaşına kadarki bu dönemde insan, kararlarını; olayların dış görünüşüne ve meydana gelen zararın büyüklüğüne bakarak alır. Kurallara, doğruluğuna inandığı için değil, cezalandırılma korkusuyla uyar ya da boyun eğer. Soyut düşünceyi somut fiile dönüştüremediği için risk algısı zayıftır. Haftasonu zorunlu sokağa çıkma yasağı ile ilişkilendirdiğimizde, soyutlama becerisi yeterince gelişmemiş kişilerin, virüs kaparak hastalanmayı ya da çevresine virüs bulaştırmayı uzak ihtimal olarak algılaması, dolayısıyla sağlık otoriteleri tarafından kendisi, yakın çevresi ve toplumun diğer üyelerini korumaya yönelik önlemlere uymayı gereksiz görmesi, onları değersizleştirmesi ya da önemsememesidir. Buna karşın, aynı kişilerin yakın ihtimal olarak gördükleri açlık riskini ya da korkusunu ise, -iki günlüğüne ve çok düşük ihtimal bile olsa- ertelemeyi düşün(e)memesidir. Bu durumun doğal sonucu, ertelenemeyen düşük riskli yakın hazların yüksek risk içeren yaşamsal tehditlere tercih edilmesidir. Böylece toplumsal hafızadaki çağrışımları güçlü olan açlık ya da kıtlık korkusu, hanelerimize uğrama ihtimali onun kadar yüksek görülmeyen virüs bulaşma ya da taşıyıcısı olma riskine baskın gelmiş oldu. Sonuç: itidal yerini infiale, sağduyu yerini hırs ve tamahkarlığa; kanaat ise yerini açgözlülüğe bırakmış göründü.
Temel ihtiyaçları karşılansa da, gözü ve gönlü yeterince doyurulmamış kişilerden yüksek duyarlılıklar sergilemesini beklemek gerçekçi değildir. Esasen tekno-bilişim toplumunun gönülden çok göze hitap eden mesajlarıyla beslenen doyumsuzlukların tatmini için daha çok gönüle hitap eden duyguların eğitilmesi gerekir. Duygu eğitimi, örgün eğitim kadar yaygın eğitim imkanları da kullanılarak çözümlenmeyi bekleyen ivedi sorunlarımız arasındadır. Bu amaçla, toplumsal ve ahlaki duyarlılık ya da sorumluluk dilini kullanan kitle iletişim araçlarının imkanlarını seferber ederek, toplum bilincimizde yerleşik güvenli kültür kodlarını harekete geçirmeliyiz. Bu yolla, kültürümüzde tarihten günümüze taşınan geleneksel değerleri çağın ruhuyla buluşturan mesajları yaygınlaştırmaya çalışmalıyız. Sözü tümleyenin davranış olduğunu unutmadan söylem kadar eylemi/ahlaki davranışı destekleyen ‘iyi örnekleri’ toplumumuzun gündeminde tutmalıyız.
Yeni medya, özellikle de sosyal medya kullanıcılarının, paylaşımlarında ‘facialaştırma’ yerine kültürde varolan değerlerin yaygınlaştırılmasına katkıda bulunma sorumluluğu ile hareket etmeleri gerekir. Medyada milli ve evrensel değerleri önemseyen formatların yeniden yapılandırılması, buna uygun içeriklerin yaygınlaştırılması, kamu ve özel sektör kuruluşlarının inisiyatif alarak mazeret üretmeden ülkemizin ve insanlığın geleceği adına bu konudaki toplumsal sorumluluklarını yerine getirmesi, ‘ama’, ‘fakat’, ‘ancak’ gibi koşullu desteklerin arkasına sığınmadan ‘model insan’ ve ‘iyi vatandaş’ sorumluluğuyla çalışması kaçınılmazdır. Medya formatlarında, bireysel hayatta olduğu gibi toplumsal hayatta da insanın mutluluğunu ve toplumun gönencini temel amaç edinen yaklaşımlarla, ötekileştirmeyen, ayrıştırmayan, kucaklayıcı, kuşatıcı, sıcak bir dilin kullanılması, “mış” gibi yapmayan bir tarz ve yaklaşım ile kısa, orta ve uzun vadeli, tüm toplum kesimlerinin katkısını önemseyen ve onlara kendilerini değerli hissettiren duyarlı, iyiliksever, fedakar, kanaatkar, vefalı, dayanışmacı, paylaşımcı ve her şeyden önemlisi içtenlikli çabalara ve örneklere böylesine olağanüstü zamanlarda daha çok ihtiyacımızın olduğu açık.
Çok yerinde tespitler. Yaklaşımınız harika.
Evet zor zamanlarda bilinç altımızdakiler ortaya cikiyor ve bizi yonetiyor
Çok güzel hassas noktalara değinerek toplumun faydalanacağı ve kendi hesabımıza ibret alacağımız bir yazı olmuş tebrikler sayın hocam
Ankara ilitam öğrencilerinden olarak hocamızı digital platformda olsa tanıma serefini yakalamak bile çok çok degerli, herzamanki nadide tavrınız gibi özgün, zihin acan bir yazi olmus ellerinize saglik saygılarım ile..
Aynen katılıyorum tebrikler selamlar
Analitik, yapıcı bir değerlendirme olmuş. karşılaştığımız bu güncel sorunun tarihsel ve geleneğe dayalı olası nedenlerini sosyal psikolojinin dinamikleri doğrultusunda çok güzel izah etmişsiniz.
Hocamızı tebrik ediyorum. Her zaman olduğu gibi olayı çok doğru bir perspektiften yakalayan ufuk açıcı bir çerçevede değerlendirmiş.
Değerli Hocam, sizin gibi sosyolojik derinlikli objektif ve günümüz sorunlarına ışık tutan bilim insanlarını Saglik Bakanımız Sn.Koca'nın kurulduğunu söylediği kurullarda görmek doğru, akılcı herkese güven veren karar ve uygulamaları kolaylaştırır. Liyakâtinize, ilminize, ferasetinize, basiretinize şahsınıza saygılarımla...
Değerli meslektaşım konuya getirdiğin açılım ve kapsayıcı analizleri çok değerli buluyorum tebrik ederim
Ruhumuzu doyurmaya yönelik bir eğitime ihtiyaç duymadığımız müddetçe bu midesel aclık asla bitmeyecektir. Biz ne ara bu hale geldik diye sorsak, cevabı trajiktir; ruhu oldürulen bir toplumun geriye şahlanan midesi kalmıştır. Çare, hocamızın buyurduğu gibi eğitim eğitim eğitim. Elinize sağlık değerli hocam, eğitime ihtiyaç hissetmek açısından belki uyarıcı bir etkisi olabilir bu güzel yazının.
Kaleminize sağlık.
Tebrikler. Kalemine sağlık İhsan hocam.