Soljenitsin’in şu meşhur sözüyle başlayalım:
"Yalan söylediklerini biliyoruz,
Yalan söylediklerini biliyorlar,
Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar
Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz
Ama hala yalan söylüyorlar"
Evet; Basra körfezindeki kara batakları petrole bulayanın Saddam olmadığını, Irak’ta nükleer silahlar üretilmediğini, işgal edilen yerlerin özgürleştirilmediğini zaten biliyorduk. Chomsky’nin dediği gibi medyanın her zaman dostlarının kurbanlarını görmezden gelip düşmanlarının kurbanlarını gösterdiğini de biliyorduk. Yalan söylemek için kurulmuş bir endüstrinin çarkının elbette yalanla döneceğini de biliyorduk. Adına manipülasyon dedik, dezenformasyon dedik hatta hadi biraz daha evirip çevirelim diye misenformasyonu da ekledik. Örtmece (euphemism) yaptık aslında, yalanın tüm yalınlığıyla anlattığı şeyi de örttük farkında olmadan.
Bir radyo programındaki oyunu gerçek sanıp insanların dağlara çıktığı, gazetelerde yazılan her şeye inanıldığı yüzyıl, geçen hafta itibariyle bitti. Kartlar açık oynanıyor artık. Bunun iki nedeni var. Birincisi, manipülasyon teknikleri artık istenilen etkiyi vermiyor. Teknoloji geliştikçe, teknolojinin çarpıttıklarını fark eden teknolojiler de gelişiyor. Alternatif mecralar var oldukça kitleler eskisi kadar manipüle edilemiyor. İkincisi ve acı olanı, buna gerek kalmadığı da anlaşıldı. Çünkü daima güçlünün dediği oluyor. Konforuna yenilenlerin sessizliği yüzünden, haklı olan değil, güçlü olanın sesi çıkıyor. Bu ortaya çıktıkça, modern Batı’nın özgürlük alanlarına dair bildiğimiz ne kadar mit varsa hepsi birer birer yıkılıyor. Tüm akrabalarını Holokost’ta kaybeden Finkelstein’ın anti siyonist çıkışları nedeniyle üniversitelerde barındırılmaması, The Guardian’da kırk yılı aşkın süreyle görev yapan karikatürcü Steve Bell’in kovulması, hemen her konuda özgürlük söylemlerinde bulunan yerli ve uluslararası pop ikonlarının sessizliği yakından tanık olduklarımız. Rusya Ukrayna savaşında Sputnik ve Russia Today’ın susturulmaya çalışılmasının ardından, bölgeden daha çok haberi daha ucuza gönderdiği için istihdam edilen yerel muhabirler de bir bir kovulmaya, susturulmaya başlandı. Bazıları öldürüldü. Hizmet verdikleri kanallardan en fazla “üzgünüz” açıklaması geldi.
Tarafsız medya iddiası çoktan tarihe gömülmüştü zaten ancak daha adil bir medya beklentisi vardı hepimizde. En azından, tarihsel saygınlığı olan BBC’nin biraz daha tutarlı yayınlar yapması beklenirdi. Öyle ya, hocalarımızın hocalarını yetiştiren, Türkiye’de tanınmış gazeteci ve televizyoncular da dahil dünya medyasına yön veren kuruluşların başında geliyordu. Ancak Pilger bir kez daha haklı çıktı[1]. Britanya’nın çıkarları söz konusu olunca BBC’nin de tarafsızlığı bir yere kadardı. Canlı yayında fosfor bombasıyla yapılan katliam dünyaya gösterilmedi. El Cezire televizyonu, ikinci Körfez işgalinde Bağdat’ın bombalanmasını canlı yayınlayınca, ertesi gün yayının yapıldığı otel vurulmuştu yani aslında değişen pek bir şey yok denilebilirdi ancak BBC’nin insanların sığındıkları tek yerler olan okullar ve hastaneleri işaret edip “Hamas okul ve hastanelerin altına tünel mi inşa ediyor?” manşetini attıktan sonra El Ehl-i Baptist hastanesinin ‘yok edilmesi’ tarihe kara bir leke olarak geçti. Kuşkusuz bu, insanlığın ulaşabileceği en ileri seviye olan liberal demokrasinin vaat ettiği bir son muydu?
Hegel’in insanlığın ulaşabileceği en ileri seviyenin liberal demokrasi olacağı görüşünü ‘tarihin sonu’ teziyle destekleyen Fukiyama, kendisine yapılan eleştirilere karşılık 2022’de kaleme aldığı yazıyı şöyle bitiriyor[2]:
“Sorun şu ki, barışçıl ve müreffeh liberal demokrasilerde yaşayarak büyüyen pek çok kişi, kendi hükümet biçimlerini olduğu gibi kabul etmeye başlıyor. Hiçbir zaman gerçek bir tiranlık yaşamadıkları için, yönetimleri altında yaşadıkları demokratik olarak seçilmiş hükümetlerin ister Avrupa Birliği ister Washington'daki yönetim olsun, haklarını ellerinden almaya çalışan şeytani diktatörlükler olduğunu hayal ediyorlar. Ancak gerçeklik araya girdi. Rusya'nın Ukrayna'yı işgali, gerçekten özgür bir toplumu roketler ve tanklarla ezmeye çalışan gerçek bir diktatörlük teşkil ediyor ve mevcut nesle neyin tehlikede olduğunu hatırlatmaya hizmet edebilir. Ukraynalılar, Rus emperyalizmine direnerek, görünüşte güçlü bir devletin özünde var olan vahim zayıflıkları ortaya koyuyorlar. Özgürlüğün gerçek değerini anlıyorlar ve bizim adımıza daha büyük bir savaş veriyorlar, hepimizin katılması gereken bir savaş…”
Yani hala bir şey değişmemiş aslında. Bayat bir “biz ve onlar” denklemi üzerinden idealize ederek ‘bakın bazı eksiklikler olabilir ama en iyisi bu, siz bilmezsiniz’ savunması. İnsanlığın isyan ettiği bu katliamlardan sonra Fukiyama’nın ne diyeceğini bilmem ama ne farklı bir söz beklentisi ne de yalanla ve vahşetle varlığını sürdüren bir sistemin insanlığa iyilik getireceğine dair bir inancım var.
Koca iki dünya savaşının kan davalarını bize miras bırakan modern çağın ‘liberal demokrasinin’ özgürlük ve barış vaatleri, hastanede yumuk elleriyle ekmek tutarak hayata tutunmaya çalışan bebeklerin geride bıraktıkları minicik bedenleriyle birlikte çoktan gömüldü. Yani ‘Tarihin Sonu’ dedikleri dönemin sonu çoktan geldi.
[1] Pilger, John (2010). Bana Yalan Söyleme. Agora Kitaplığı
[2] Fukiyama, Francis (2022). More Proof That This Really Is the End of History? https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2022/10/francis-fukuyama-still-end-history/671761/
Özellikle giriş kısmıyla, etkileyici ve güzel bir yazı olmuş. Tebrikler ediyorum.