Mustafa Özen yazdı...
Bu kelimeleri okuyan ile yazan arasında gerçekleşmesi beklenen müzakerenin başlangıç noktasıdır, medya; fikirleri kitlelere aktarma noktasında modern zamanlardaki en etkin aygıttır. Bu etkinlik, medyanın sorumluğuna ve medyayı takip eden bireylerin/toplumların sorumluluğuna işaret eder. Televizyonsuz ev, internetsiz oda, mobil uygulamalardan uzak bir genç, iletişimden uzak bir dünya düzeni düşünme imkanlarından ne kadar mahrumsak, medyaya karşı sorumluluğumuzun da o kadar farkında olmak, bu farkındalıkla hayatımızı inşa etmek durumundayız.
Bilindiği gibi medya, başta ekonomi-politik tercihler olmak üzere bireysel, kurumsal, kültürel, ideolojik unsurlarla sarmalandığı içindir ki, doğru ve yanlışları, helal ve haramları bir arada sunma ihtimalini her zaman bünyesinde barındırır. Bu da yanlışın doğallaşmasını, doğruya yanlış göz ve gözlemlerle bakmayı, helali haram, haramı helal kılmayı –haşa-beraberinde getirir. Bu nedenle medyayı, medya düzenini doğru “okumak” ve “anlamak”; bize ekranlar aracılığıyla sunulan yaşamı görebilmek açısından zorunludur.
Üstad Necip Fazıl “Bâbıâli” eserinde dönemindeki medya düzenini şöyle tahlil eder:“Ah, Bâbıâli; sen öyle bir yokuşsun ki, mayanı tutturmaya başladığın 1875’den 1975’e kadar gazete tiraj-baskısını 600’den 600 bine yükseltecek, fakat hakikatsizlik ve samimiyetsizlik tirajını yine 600’den ele alıp sıfır altı 600 milyona indirmeyi ihmal etmeyeceksin!”
Necip Fazıl bu veciz örneği verdiğinde yıl 1975’tir. Yani bu değerlendirme henüz çok renkli, çok sesli televizyonların bile bulunmadığı bir döneme aittir. Oysa, yaşadığımız medyatik çağda, televizyon ve radyolarla, bilgisayar ve akıllı telefonlarla, gazeteler ve dergilerle sinema ve dizilerle, imparatorlukların bir arada yaşadığı medya düzeninde, medya ile hakikat arasındaki ilişkiyi ne kadar net bir şekilde ortaya koyuyor değil mi? Sanki bugünkü medya imparatorluklarından söz ediliyor “Bâbıâli”de; hakikatten uzak veya kısmî hakikatlerin yer bulabildiği; emperyalist ve siyonist aklın emrinde; İslam ve Müslüman’ın yok sayıldığı, hatta düşman ilan edildiği; ötekileştirme ve yok saymanın hüküm sürdüğü bir düzenden söz ediliyor. Peki, bu hakikatsizlik düzleminde Necip Fazıl ne yapıyor? Dişini tırnağına takıyor, çile çekiyor, kim bilir belki çoluk çocuğunun rızkından kısıyor ve “Allah” kelimesini sarf etmenin bile yasak olduğu 1943 yılından itibaren Büyük Doğu Dergisi’yle, yani bir medya organıyla, hakikati bütün gücüyle dile getirmeye gayret gösteriyor[1].
Türkiye’de söylemleriyle zihinlerde, gönüllerde, fikirlerde aydınlık izler bırakan Necmettin Erbakan Hoca, hakikatsizlik düzleminin siyasal sonuçlarına ilişkin olarak Doç. Dr. Abdullah Özkan’da şöyle bir anı bırakmıştır:
“Hatırlıyorum; parti teşkilatı toplantılarında değişmeyen gündemlerden biri Milli Gazete idi. Erbakan Hocamız il başkanlarına tek tek geçen ay gazeteye yaptıkları katkıları sorar, daha fazla satılması için çaba harcanmasını bıkıp usanmadan isterdi. Hocamız daha fazla satan müspet gazete, daha fazla izlenen müspet televizyon kanalını, siyasette ortaya koyduğu hedeflere ulaşma yolunda önemli bir basamak olarak görüyordu. Çünkü siyasette anlatılan doğrular, menfi medya tarafından çok çabuk etkisiz hale getirilebiliyor, doğru ile yanlış, hak ile batıl birbirine karıştırılabiliyordu. Medya üzerinden doğruların anlatılması, halkın sağlıklı bir şekilde bilgilendirilmesi, adaleti, barışı, kardeşliği temel alan “Yeni Bir Dünya”nın kurulması için büyük önem taşıyordu.”[2]
Hakikatsiz düzlemindeki güçlüler ile hakikati olanca güçleriyle haykıranların dünyasında dikkat! Kullandığımız medyalar sadece evimizin bir köşesinde enformasyon sağlayıcımız olarak hizmet vermiyor. Aynı zamanda haberden köşe yazılarına, belgeselden reklamlara, sosyal paylaşım sitelerinden mobil uygulamalara, çizgi filmden radyo programlarına, ekran evliliklerinden kandil programlarına varana dek medya içerikleri, biçimleri, kodları, söylemleriyle hayatımızda belirli veya belirsiz bir değişimin lokomotifi rolünü üstleniyor.
Kullandığımız medyalar sadece aile içindeki iletişimimize etkileriyle sınırlı kalarak değil, komşuluk ilişkilerimize, fiziksel aktivitelerimize, sağlık düzenimize, gündelik hayatımızda aldığımız kararlara, siyasal tercihlerimize velhasıl dünya yolculuğumuzdaki neredeyse bütün duraklara yaptığı dokunuşlarla bizi etkisi altına alıyor. Bu etkiyi kimi zaman fark ediyor, önlem alıyor; kimi zaman da umursamadan kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bu yazı Anadolu Gençlik Dergisinden iktibas edilmiştir.
Bu kelimeleri okuyan ile yazan arasında gerçekleşmesi beklenen müzakerenin başlangıç noktasıdır, medya; fikirleri kitlelere aktarma noktasında modern zamanlardaki en etkin aygıttır. Bu etkinlik, medyanın sorumluğuna ve medyayı takip eden bireylerin/toplumların sorumluluğuna işaret eder. Televizyonsuz ev, internetsiz oda, mobil uygulamalardan uzak bir genç, iletişimden uzak bir dünya düzeni düşünme imkanlarından ne kadar mahrumsak, medyaya karşı sorumluluğumuzun da o kadar farkında olmak, bu farkındalıkla hayatımızı inşa etmek durumundayız.
Bilindiği gibi medya, başta ekonomi-politik tercihler olmak üzere bireysel, kurumsal, kültürel, ideolojik unsurlarla sarmalandığı içindir ki, doğru ve yanlışları, helal ve haramları bir arada sunma ihtimalini her zaman bünyesinde barındırır. Bu da yanlışın doğallaşmasını, doğruya yanlış göz ve gözlemlerle bakmayı, helali haram, haramı helal kılmayı –haşa-beraberinde getirir. Bu nedenle medyayı, medya düzenini doğru “okumak” ve “anlamak”; bize ekranlar aracılığıyla sunulan yaşamı görebilmek açısından zorunludur.
Üstad Necip Fazıl “Bâbıâli” eserinde dönemindeki medya düzenini şöyle tahlil eder:“Ah, Bâbıâli; sen öyle bir yokuşsun ki, mayanı tutturmaya başladığın 1875’den 1975’e kadar gazete tiraj-baskısını 600’den 600 bine yükseltecek, fakat hakikatsizlik ve samimiyetsizlik tirajını yine 600’den ele alıp sıfır altı 600 milyona indirmeyi ihmal etmeyeceksin!”
Necip Fazıl bu veciz örneği verdiğinde yıl 1975’tir. Yani bu değerlendirme henüz çok renkli, çok sesli televizyonların bile bulunmadığı bir döneme aittir. Oysa, yaşadığımız medyatik çağda, televizyon ve radyolarla, bilgisayar ve akıllı telefonlarla, gazeteler ve dergilerle sinema ve dizilerle, imparatorlukların bir arada yaşadığı medya düzeninde, medya ile hakikat arasındaki ilişkiyi ne kadar net bir şekilde ortaya koyuyor değil mi? Sanki bugünkü medya imparatorluklarından söz ediliyor “Bâbıâli”de; hakikatten uzak veya kısmî hakikatlerin yer bulabildiği; emperyalist ve siyonist aklın emrinde; İslam ve Müslüman’ın yok sayıldığı, hatta düşman ilan edildiği; ötekileştirme ve yok saymanın hüküm sürdüğü bir düzenden söz ediliyor. Peki, bu hakikatsizlik düzleminde Necip Fazıl ne yapıyor? Dişini tırnağına takıyor, çile çekiyor, kim bilir belki çoluk çocuğunun rızkından kısıyor ve “Allah” kelimesini sarf etmenin bile yasak olduğu 1943 yılından itibaren Büyük Doğu Dergisi’yle, yani bir medya organıyla, hakikati bütün gücüyle dile getirmeye gayret gösteriyor[1].
Türkiye’de söylemleriyle zihinlerde, gönüllerde, fikirlerde aydınlık izler bırakan Necmettin Erbakan Hoca, hakikatsizlik düzleminin siyasal sonuçlarına ilişkin olarak Doç. Dr. Abdullah Özkan’da şöyle bir anı bırakmıştır:
“Hatırlıyorum; parti teşkilatı toplantılarında değişmeyen gündemlerden biri Milli Gazete idi. Erbakan Hocamız il başkanlarına tek tek geçen ay gazeteye yaptıkları katkıları sorar, daha fazla satılması için çaba harcanmasını bıkıp usanmadan isterdi. Hocamız daha fazla satan müspet gazete, daha fazla izlenen müspet televizyon kanalını, siyasette ortaya koyduğu hedeflere ulaşma yolunda önemli bir basamak olarak görüyordu. Çünkü siyasette anlatılan doğrular, menfi medya tarafından çok çabuk etkisiz hale getirilebiliyor, doğru ile yanlış, hak ile batıl birbirine karıştırılabiliyordu. Medya üzerinden doğruların anlatılması, halkın sağlıklı bir şekilde bilgilendirilmesi, adaleti, barışı, kardeşliği temel alan “Yeni Bir Dünya”nın kurulması için büyük önem taşıyordu.”[2]
Hakikatsiz düzlemindeki güçlüler ile hakikati olanca güçleriyle haykıranların dünyasında dikkat! Kullandığımız medyalar sadece evimizin bir köşesinde enformasyon sağlayıcımız olarak hizmet vermiyor. Aynı zamanda haberden köşe yazılarına, belgeselden reklamlara, sosyal paylaşım sitelerinden mobil uygulamalara, çizgi filmden radyo programlarına, ekran evliliklerinden kandil programlarına varana dek medya içerikleri, biçimleri, kodları, söylemleriyle hayatımızda belirli veya belirsiz bir değişimin lokomotifi rolünü üstleniyor.
Kullandığımız medyalar sadece aile içindeki iletişimimize etkileriyle sınırlı kalarak değil, komşuluk ilişkilerimize, fiziksel aktivitelerimize, sağlık düzenimize, gündelik hayatımızda aldığımız kararlara, siyasal tercihlerimize velhasıl dünya yolculuğumuzdaki neredeyse bütün duraklara yaptığı dokunuşlarla bizi etkisi altına alıyor. Bu etkiyi kimi zaman fark ediyor, önlem alıyor; kimi zaman da umursamadan kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bu yazı Anadolu Gençlik Dergisinden iktibas edilmiştir.
[1] Bu konunun detaylarını Necip Fazıl Kısakürek (2014 ) Büyük Doğu Cemiyeti. Büyük Doğu Yayınları: kitabında bulabilirsiniz.
[2] ÖZKAN, Abdullah (2015). Erbakan Hocamızın “Medya Vizyonu” Anlaşılamadı. anadolu gençlik dergisi Prof. Dr. Necmettin Erbakan Özel Sayısı. 52-54.