İmam-Hatip Ortaokulu’nda, Siyer hocamızla sınıfta yaptığım bir konuşma bu yazının temel iddiasını oluşturuyor. Filme yönelik bu izlenimle, yapılan pek çok değerlendirme ve tartışmaya yeni bir yön vermek hedeflenmektedir. Hz. Peygamberin (sas) hayatını örnek almamız için yoğun gayret sarf eden siyer hocamız, Mehmet hoca, bir derste Uhud şehidi Hz. Hamza (ra)’yı anlatıyordu. Hz. Hamza’nın Uhud’daki mücadele anını, cihat meydanındaki yerini ve Hz. Vahşî’nin savaş esnasındaki hamlesini anlatıyor ve devam ediyordu. Ediyordu etmesine ama, şimdi tam olarak anımsayamadığım, itiraz edecek bir nokta vardı. El kaldırıp cehaletle “Hocam orası öyle olmadı, yanlış biliyorsunuz” dedim ve Hocamız tebessüm eden bir ifadeyle sordu: “Nasıl oldu peki Mustafacım?” İmam-Hatip Ortaokuluna henüz başlamışken ben, doktorasını tamamlamış Siyer hocamıza yanlış bildiği (!) hadise hakkında cevap verdim, konu hakkındaki bilgisiz olduğu noktayı aydınlattım (!) “Peki” dedi “Sen bu anlattığın hadisenin kelime kelime doğru olduğunu, Uhud’da birebir yaşandığını ve benim anlattıklarımın yanlış olduğunu nereden biliyorsun?” Kendimden emin bir biçimde ayağa kalktım ve kaynağımı söyledim: “Çağrı filmi” Daha ne olacaktı. Medyatik bir dünyada büyümüş bir ortaokul öğrencisi için Asr-ı Saadet bakımından yegâne kaynak başka ne olabilirdi! Hocamız, her ayrıntının Çağrı’da bulunmayabileceğini, kendi anlattıklarınınsa İslam tarihi eserlerine dayandığını söyledi. Ancak beni inandıramadı. Hocamızın, ne yapacağını bilmez bir şekilde yüzüme şaşkın bir biçimde baktığını bugün gibi hatırlıyorum. Hocam ana kaynaklardan beslenerek İslam tarihindeki bir noktayı anlatıyor, okuyarak, Postman’ın ifadesiyle enformasyon hiyerarşisine bağlı kalarak öğrendiği İslam tarihindeki detayları aktarıyor; bense enformasyon hiyerarşisini temelinden çökerten televizyondan öğrendiğim bilgiyle itirazlar sunuyordum. Mecid Mecîdî’nin, “Hz. Muhammed Allah’ın Elçisi” filmine çocuğumu götürüp götürmeme konusunda bu nedenle tereddüt yaşadım. Henüz kitabî bilgiye sahip olmadan, anlamayı değil, genel olarak algıyı önceleyen ve düşünceye, fikre değil daha çok imgeye dayanarak duyguya hitap eden bir ekrandan Efendimiz (sas)’in çocukluk dönemini öğrenmesini, ortaokulda yaşadığım tecrübeye dayanarak nasıl isteyebilirdim? Buna bağlı olarak çocuğumun filme gitmesini uygun bulmadım ve bulmuyorum. Bu konuda işi bilene danışmadan da filmi izletmeyi düşünmüyorum. Çocuğum, Hz. Peygamber (sas)’in çocukluğunu temsil eden oyuncuyu (buradan itibaren “temsil” olarak ele alınacaktır), nasıl bir algıyla izleyecekti? Örneğin kendisiyle özdeşleştirecek miydi? Böyle olursa dini algısı nasıl şekillenecekti? Efendimiz hakkında neler hissedecekti? Bu hisleri, onun dini evrenini hangi yönleriyle zenginleştirecekti? Filmin bir yerinde temsil elleriyle yüzünü kapatıyor, bir an için ellerini aralayarak gözleri sinema ekranını kaplıyor. Acaba, çocuğumun zihninde bu imge, hangi etkileri oluştururdu? Temsile karşı besleyeceği sevginin Efendimize karşı besleyeceği sevgi konusunda herhangi bir şüphe taşımıyorum. Bununla birlikte bunun yeterli olmadığını düşünüyorum (Çocukken kalbimizdeki Peygamber sevgisini, imajlarla kazanmadığımızı hatırlatmak isterim). Örneğin filme mucizelerin hâkim olması, çocuğumun din konusundaki düşüncelerine nasıl yansır, bunu bilemiyorum. Diğer taraftan Hıristiyan ikonografisinin izlerinin yansıdığı filmdeki imgeler, çocuğumda nasıl etkiler doğururdu? Rahip Bahira’nın Kilisede sorduğu, “Tanrı’yı nerede ararsın?” sorusuna temsilin verdiği “Kırık kalplerde” cevabı nasıl bir etki bırakacaktı mesela? Dinî dünyasını nasıl geliştirecekti bu film, bu bilgiler? Soruların yanıtını bilmiyorum. Bundan ayrı olarak, Batılı filmlerde üretilen imajların ülkemizde Yeşilçam filmleri başta olmak üzere sinema, televizyon gibi görselin hakim olduğu araçlarda yansıtıldığını, özellikle meleklerin tasvirinden biliyoruz. Genellikle “kadın” olarak tasvir edilen, sarışın, mavi gözlü, beyaz tenli, kanatlı meleklerin Yeşilçam filmlerinde kullanıldığını hatırlıyorum. Bu simgeler, gösterime sunuldu (kartpostallara dahi basıldı) ve çocuk zihnimizde o simgeler kaldı. Doğan’ın belirttiği gibi değer, paylaşılmış, yaygınlaşmış ve netice olarak çoğunlukça benimsenmiş bir tutumdur ve kitle iletişim araçları, sinema da dahil, inanç sistemlerinin binlerce yıl içinde topluma kazandırdığı değer yargılarını aşındırarak yerine yenisini koyabilir (Doğan, 1993: 37-38). Çocuğumun zihninde, Hz. Peygamber (sas) hakkında görsel bir imaj oluşmasını istemiyorum. Tıpkı bizim çocukken zihnimizde oluşmadığı, ancak Efendimiz’i görmeden de sevdiğimiz gibi. Diyanet ve onay meselesi Diyanet İşleri Başkanlığının bugüne kadar, film hakkında bir onay, analiz, değerlendirme yapmamasına; Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bir kararı, mütalaası yayınlanmamasına rağmen, bazı haber sitelerinde, sosyal medya hesaplarında söz konusu filme “Diyanet’in onay verdiği” şeklinde haberler yayınlanıyor, paylaşımlar yapılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığına film hakkında çok sayıda telefon veya e-posta geldiğinden, görüş sorulduğundan hatta şikayet edildiğinden (veya tam tersi) eminim. Medya konusunda, ülkemizde ve yurt dışında dini yayıncılık alanında kayda değer işlere imza atan Diyanet İşleri Başkanlığının Efendimiz (sas)’in çocukluğunu ele alan, bedensel bir temsil sunan, pek çok yönüyle tartışma oluşturan film hakkında görüş beyan etmesi normal, hatta zaruri görünmektedir. Bu konuları düşünürken, Kültür ve Turizm Bakanlığının sinema filmlerinin hangi yaş aralığında izleneceğini belirleyen yönetmeliğine (Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik) göz atma ihtiyacı duydum. Daha sonra yeniden filmin afişinde yönetmelikteki ibarelerden birinin bulunup bulunmadığına yeniden baktım. Hem filmde herhangi bir yaş uyarısı hem de aileyle gidilebilir şeklinde uyarı bulunmuyordu. Yani, evladımı bu filme götürmemde herhangi bir “sakınca” yoktu. Bu da ister istemez, yukarıda beyan ettiğim hassasiyetler nedeniyle “Acaba Diyanet İşleri Başkanlığının böyle bir konuda nerede duruyordur” sorusunu gündeme getirdi. Diyanet İşleri Başkanlığının bu konularda, maalesef, resmi olarak hiçbir yetkisi ve sorumluluğu bulunmuyordu. “Din konusunda toplumu aydınlatma” görevinin kapsamına bu yetki ve sorumluluk dahil edilemez miydi? Yükselecek sesleri tahmin etmeme rağmen, kanaatimce, Diyanet İşleri Başkanlığının, özellikle bu ölçekteki filmler konusunda söz sahibi olması gerekiyor. (Yüksek (!) değerli “Her taşın altından Diyanet mi çıkacak?” cümlelerinden; “Diyanet sansürü”yle başlayan tahlillerden; “Diyanet film izleme merkezi mi?” tarzı sorulardan uzak durulmasını istirham ediyorum, lütfen). KAYNAKÇA Doğan, D. M. (1993). İletişim veya Dehşet Çağı. İstanbul: Timaş Yayınları. Postman, N. (1995). Çocukluğun Yokoluşu. İstanbul: İmge Yayınları
Sinema ve Din
Yayınlanma: 01 Kasım 2016 - 20:47
Güncelleme: 06 Eylül 2019 - 14:15
İzlenim - Çocuklar bu filmi izlemeli mi?
Sinema ve Din
01 Kasım 2016 - 20:47
Güncelleme: 06 Eylül 2019 - 14:15