'Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’ filmi uzun bir bekleyişin ardından tartışmalarla birlikte vizyona girdi. Hz. Muhammed’in hayatının 12 yaşına kadar olan kısmının anlatıldığı film, 7 yıllık bir çalışmanın ardından 35 milyon dolar gibi yüksek bir bütçeyle beyaz perdeye aktarıldı. İran’da bir köyde kurulan platolarda Mekke’nin incelikle detaylandırılmış olması gözlerden kaçmıyor. İranlı yönetmen Majid Majidi’nin yönetmenliğinde farklı ülkelerden zengin bir oyuncu kadrosuyla çekilen film, sinematografik açıdan son derece kaliteli bir yapımı gözler önüne seriyor.
Filmin siyer ve mezhepsel tartışmalarına geçmeden tekniğinden bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Sinema endüstrisinde çalışan film yapımcıları bu anlamda daha yerinde değerlendirmelerde bulunacaklardır elbette; ancak bir izleyici olarak ışığın profesyonelce kullanımı, çekim teknikleri, anlatım, kullanılan tekniklerin son derece modern olması bize görsel anlamda bir ziyafet sunuyor. Burada Ebrehe’nin ordusuyla Kabe’ye yürüdüğü ve Ebabil kuşları tarafından yok edildiği sahneye de hakkını vermek gerekir. Böylelikle aslında film, Hz. Muhammed’in doğumundan önce ‘Fil Vakası’ ile başlıyor.
Ebrehe’nin fil ordularıyla Kabe’ye yürüdüğü, Abdülmuttalip ile olan konuşması ve kullanılan dil izleyicisini o döneme götürebiliyor. Dönem filmlerinde dil kullanımı ve dönemi izleyiciye aktarmak oldukça zor bir iştir. Bunu Majidi’nin başardığını da söylemek gerekir. Film Hz. Muhammed’in Akabe’de kendisiyle birlikte yemin edenlerin ellerini suya sokmasıyla bitiyor ki, burada da o ince detayın verilmiş olması Majidi’nin iyi bir siyer araştırması yaptığını gösteriyor. Her sinema filmi, senaryosu ve tekniğiyle eleştirmenlerin masasına yatırılır. “Hz. Muhammed, Allah’ın Elçisi” filmi ise bu kolaylığı sunmuyor. Bu film, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in 12 yaşına kadar olan hayatını anlatması bakımından birkaç açıdan ele alınmayı zorunlu kılıyor. Yani bu filmi, bir sinemacının, bir senaristin, bir ilahiyatçının ve bir dinler tarihi hocasının birlikte değerlendirmesi gerekiyor. Bu da filmi zorlu bir sürecin beklediğini bizlere gösteriyor.
Senaryosunu bundan 7 yıl önce 2009’da Türkiye’de ilk okuyanlardan biri olarak uzun zaman takip ettim filmi. Birçok değişiklikten, uzun tartışmalar ve toplantılardan sonra plato kurulması için geçen yıllar, çekim için geçen yıllar ve nihayetinde 2015 yılının sonunda tamamlanan bu film, daha vizyona girmeden ciddi tartışmaların odağında buldu kendisini. Filmin İran’da çekilmesi ve İranlı bir yönetmenin elinden çıkmış olması bazı ön yargıları ve endişeleri beraberinde getirdi. Filmi izledikten sonra ise bu endişelerde kısmen haklı olunduğu da aşikar. Haşimoğulları ve Ümeyyeoğlulları arasındaki sürtüşme filme yerleştirilmiş. Hz. Muhammed’in hayatı boyunca yanında olan Hz. Ebubekir’in filmde yer almaması Sünni dünyayı eleştirilerinde haklı gösterirken inceden de kırılmış olduklarını gösteriyor.
Filmde doğaüstü olayların fazlaca yer alması ve Hz. Muhammed’in henüz çocuk yaşta olduğu halde doğaüstü davranışlarla temsil edilmesi filmi, “Hıristiyan anlayışa mı benzedi” sorusuyla karşı karşıya getirdiği muhakkak. Rahip Bahira’nın kilisesinde Hz. Muhammed’in İsa ikonası önünde bekleyişi ve bakışı bu algının da neye hizmet ettiği konusunda soru işaretleriyle dolu. Bir örnek de deniz sahnesinde karşımıza çıkıyor. Putperestlerin insanları tanrılarına kurban edecekleri sırada Hz. Muhammed’in duasıyla denizden balıkların kıyıya vurması Siyer’de nerede olduğu halk tarafından çok bilinmeyen bir durum. Siyer hocalarının bu konuda bir açıklamaları olacaktır.
Film uzun bir zaman Türkiye’nin gündemini işgal edeceğe benziyor. Dünyada konuşulan ve bazı ülkelerde yasaklanan film Türkiye’de 350 sinema salonunda vizyona girdi bile. İslam coğrafyasında din temalı filmler beraberinde tasvir tartışmasını da hep beraberinde getiregelmiştir. Bu haklı tartışma o denli ince bir çizgide seyreder kitartışmanın nerelere varacağı kestirilemez. Sinemada Peygamberlerin temsil edilmesi haklı bir karşı çıkışla beraber din temalı filmleri topyekün bir haksızlığa da itmiştir. Haram fetvasıyla karşılaşan nice yapımların henüz fikir aşamasındayken bile sona erdiği olmuştur. Peygamberlerin temsili konusundaki hassasiyet ve din temalı filmlerin gerekliliği hep parmak mesafesinde birlikte akan nehir gibi süregelmiştir. Bu hassasiyet temsil olmayan filmlerin de yapımını engellemiştir. Bu da İslam coğrafyasını Hint sineması olan Bollywood’a, Amerikan sineması olan Hollywood’a, İtalyan sinemasına, Fransız sinemasına hapsetmiştir. Peygamberlerin sinemada temsili kabul edilemezken din temalı filmlerin anlatılması da kendini tartışmaların içinde bulmuştur. Bu ince ayrımı farketmek bazen pek mümkün olamamıştır. Sinemada İslam dünyasının kendisini geri çekmesi bir algı yönetimine maruz kalmasıyla sonuçlanmıştır.
Kendi sinemamızı oluşturamamamız Batı dünyasında bir endüstriye dönüşen İslamofobiyi körüklemiş ve İslam ile terörün yan yana getirilmesini kanıksanmış bir hale sokmuştur. Tam bu algı yönetiminde ele aldığımız filmin gösterime girmesi ile İslam dünyasını ne söyleyeceği konusunda kararsızlığa itmiştir. Mustafa Akkad’ın yönetmenliğinde çekilen 1976 yapımı Çağrı filmi, İslam’ı savaş temasıyla işlediği halde Türkiye’de bir yıl gösterimde kalmış ve hala izlenmesi bakımından kendisini rekora taşımıştır. Hatta öyle ki Hz. Hamza’yı canlandıran Anthony Quinn büyük bir sempati kazanmış ve Müslüman olduğuna yönelik söylentileri bile getirmiştir. Bu bize İslam dünyasının din temalı filmlere olan açlığını gösterirken dinin doğru anlatımı konusunda da yüksek bir hassasiyet gerektirdiğini gözler önüne sermiştir. Majidi’nin “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi ise anlatımda Hz. Muhammed’in şefkat ve merhamet Peygamberi olduğunu kullanarak İslamofobiye bir savaş açmıştır. Hz. Muhammed’in henüz Peygamber olmadan çocuk yaşlardayken dahi bir rahmet insanı olduğunu filmde görmek Hz. Peygamberin çocuklara doğru anlatılması yönünden kayda değer bir yaklaşım olduğunu söylemek gerekir. Filmden örnek verecek olursak yine, kız doğan bebeğini toprağa gömmek üzere olan bir babaya şefkatle yaklaşıp güzel sözler söyleyerek bu kötü ve yanlış düşünceden vazgeçirmesi kavli leyyin ile anlatımda insanların kötü fikirlerinden arınabileceğini göstermiştir. Kurban edilmeyi bekleyen putperestleri kurtardığı sahnede ise farklı dinlerden de olsa mazlumların dinine bakılmaksızın yardım edilmesi gerektiği dersini bizlere vermiştir.
Bütün bu tartışmalar arasında film izleyiciyle buluşmayı başardı. Öyle görünüyor ki filmin üç bölüm halinde devamının da geleceğini görebiliyoruz. Sonraki yapımlarda yüksek bir hassasiyet ile devam edilmemesi ve temsil konusunda hataya düşülmesi Müslüman dünyanın tepkisiyle karşılaşacaktır. Bununla birlikte bu hassasiyet üzere yeni yapımların gelmesi ve dahi İslam tarihinin sinemaya doğru bir din anlatımıyla aktarılmasının fayda sağlayacağı kanaatini taşımaktayım.
Son olarak üç saat gibi biraz da uzun olan bu film bazı kapıları açacak gibi görünüyor. İslam dünyasını ikiye böleceği düşüncesine katılmazken yeni heyecanlarla cesur yapımların peşine düşen ve temsil konusunda hataya düşenleri de engellemenin sedd-i zerai açısından doğru olacağını da düşünüyorum. İslam tarihinden daha yakın tarihe uzanacak olursak Osmanlı tarihinin de yine doğru bir anlatımla izleyiciye sunulması bizim sinemacılara düşen bir ödevdir. Bu yıl 3. sezonuyla ekranlara gelen Diriliş Ertuğrul dizisindeki hassasiyet önceki sözde Osmanlı dizisi ve Fetih filmi gibi yapımların anlatımdaki hata ve düşüklüğünün ne boyutlarda olduğunu göstermektedir. Hz. Muhammed filmindeki başarıdan etkilenen sinemacılarımızın Osmanlı tarihini anlatan yeni filmleri doğru bir şekilde yeni nesillere anlatma konusunda gayrete geleceklerine inancım tamdır.