İki aydan fazla bir süredir kamuoyunun değişmez gündemi olan yeni tip coronavirüs ya da covid 19 pandemi sürecinin sağlık alanındaki etkilerini izlemeye devam ediyoruz. Bu yıkıcı etkiler sonucunda, geleneksel ve yeni medya kanallarında her geçen gün binlerce yeni vaka haberiyle karşılaşıyoruz. Bu vakalardan bazılarından aldığımız iyileşme haberleri ile seviniyor, ölüm haberleri geldiğinde ise üzülüyoruz. Bu süreçte yaşama yönelik umutlarımızı diri tutmaya, potansiyel risklerimizi azaltmaya ve güven algımızı yükseltmeye çalışıyoruz. Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide gidip gelmeye, ruhsal gerilimler ve gelgitler yaşamaya devam ediyoruz. Sürecin ikinci ayının başlarında Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın 22 Nisan 2020 tarihli bilim kurulu toplantısının hemen ardından yaptığı “salgın kontrol altına alındı” açıklamasıyla toplum olarak anlık bir rahatlama yaşamış ve sürecin seyrine ilişkin umutlarımız tazelenmişti. Ancak bu açıklamadan birkaç saat sonra başlayan ve dört gün süreyle sokağa çıkma yasağının ilan edildiği kararla birlikte yeniden gerilmiş, paniklemiş ve marketlere akın etmiştik.
İlk sokağa çıkma yasağından sonra gözlemlediğimiz gibi bu örnek de, pandemi sürecinde yetkili ağızlar tarafından yapılan açıklamaların kitlelerin psikolojisini doğrudan etkilediğini gösteriyor. Bu açıklamayla birlikte, psikolojik, ruhsal, zihinsel ve toplumsal sağlığımızın biyolojik sağlığımızla yakından ilişkili olduğu bir kez daha kanıtlanmış oldu. Esasen Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre sağlık; fiziksel, ruhsal ve sosyal olmak üzere birbirini tamamlayan bileşenleriyle bir bütündür. Bunlardan birini tedirgin eden bir gelişme yaşandığında, diğer bileşenler de alarm vermeye, başka bir deyişle ‘olağanüstü hal’ ilan etmeye başlıyor. Bu, aynı zamanda, pandemi günlerinde evde kalmanın, sosyal izolasyon ve karantina uygulamalarının yıpratıcı atmosferinin toplum ruh sağlığımızı nasıl örselediğinin de kanıtlarından biri. Buradan çıkarılabilecek en iyimser sonuç ise, toplumsal kriz dönemlerinde psiko-sosyal sağlığımızın bozulması gibi toparlanma sinyalleri vermesinin de an meselesi olduğudur.
Medyada pandemi sürecine ilişkin haberlerin yer alma biçimi ile kitlelerin psikolojisi arasında da doğrudan bir ilişki olduğu anlaşılmaktadır. Gerek kamu gerekse özel sektör yayıncılığının kamusal sorumluluğuyla hareket eden medya platformlarından yayılan haberlerin, kitlelerin süreci anlamlandırma biçimleri ve psikolojik reaksiyonları üzerinde sakinleştirici/yatıştırıcı etkilerinin olduğu görülmektedir. Benzer haberlerin düşük profilli duyarlılığa sahip ya da sosyal duyarlılığa sahip olduğu izlenimi uyandırmayan medya platformlarında herhangi bir filtreleme işlemine tabi tutulmadan verilmesi ise, kitlesel gerilimi yeniden tetikleme ve yükseltme riskini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden, hastalık ve ölüm riskinin arttığı olağanüstü zamanlarda bireylerin ve farklı toplum kesimlerinin; risk algılarını azaltacak, acılarını hafifletecek, yaralarının sarılmasına ve iyileşmesine, travmatik etkilerin rehabilitasyonuna katkıda bulunacak güvenli sığınaklara ihtiyacı vardır. Böyle zamanlarda insanların aklına gelen ilk sığınak/sığınma aracı dindir.
Dini duygu, düşünce, inanç ve pratiklerin afet dönemlerinde ruh sağlığımızı onarıcı ve iyileştirici etkilere sahip olduğu, uzun soluklu araştırmalardan elde edilen bulgularla kanıtlanmıştır. Sözgelimi, afetlerin beraberinde getirdiği endişe, kaygı ve korkularla başa çıkmada duanın güvenli bir liman olarak algılandığı bilinmektedir. İnsanlar, özellikle, bireysel ve toplumsal çabaların beklentileri karşılamakta zorlandığı belirsizlik dönemlerinde duanın yanı sıra, ibadetlerin de maneviyatlarını yükseltici gücünden yararlanmayı tercih etmektedir. Bununla birlikte, afetlerin dini yönelimler üzerindeki etkisinin yoğunluğu yaş, cinsiyet, sosyal sınıf, statü, eğitim, gelir düzeyi gibi sosyo-demografik ve ekonomik değişkenlere göre farklılaşmaktadır. Dolayısıyla pandemi sürecinin dine yönelimlerimizde kalıcı değişimlere yol açıp açmayacağını, söz konusu değişkenlerin sürecin seyrine etkisi belirleyecektir. Bu bağlamda, post-pandemi döneminde dini hayatın geleceğini kestirebilmek için geniş katılımlı ve uzun erimli çalışmalara ihtiyacımız olacaktır.
Karantina uygulamalarına uyum sürecinin, toplum genelinde olduğu gibi inançlı bireyler açısından da yüksek katılımla ve düşük profilli sorunlar üreterek devam ettiğini söyleyebiliriz. Diğer insanlar gibi onlar da bilim kurulunun tavsiyeleri çerçevesinde alınan kararlara, önleyici tedbirlere ve kısıtlamalara büyük ölçüde uymaktadır. Çünkü inançlı bireyler de, salgının yayılma hızını düşürmeye yönelik kamusal politikalara ve politika yapıcılara büyük oranda güvenmektedir. Bu güvenin oluşmasında, sürecin başlangıcından itibaren izlenen ve kamuoyunu düzenli bilgilendirmeyi amaçlayan proaktif sağlık politikalarının etkili olduğu muhakkaktır. Toplumsal yaşam alanlarındaki kısıtlamalara uyumun, bireysel yaşamların yönetimine yansıması konusunda ise, dini inançlardan çok kişilik tipleri belirleyici olmaktadır. Bu konuda, kişilik tiplerine göre farklılaşan psikolojik reaksiyonlar ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi, kişisel kontrol odağını endişe, kaygı ve korku gibi olumsuz duyguların yönettiği ‘tedirgin kişilikler’, salgın haberlerinden kolaylıkla tetiklenerek paniğe kapılabilmektedir. Buna karşın, kontrol odağında güven, bağlılık ve sabır gibi olumlu duyguların baskın olduğu ‘dengeli kişilikler’ ise, bu tür haberler karşısında kontrollü reaksiyonlar sergilemektedir.
Dindarlık düzeylerine göre farklılaşan yönelimler ise, genellikle pandeminin sebeplerine ilişkin yaklaşımlarda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda, ‘takdir’, ‘tedbir’ ve ‘takdir-tedbir’ yönelimli olmak üzere üç farklı yaklaşımdan söz edilebilir. ‘Takdir’ yaklaşımına göre, pandemi bir uyarıdır. Deprem, kuraklık, savaş ve hastalık gibi felaketler, ilahi bir ceza, ikaz ve ihtar olarak değerlendirilmelidir. Bu bakış açısını savunanlar argümanlarını, genellikle Kur’an kıssalarından, özellikle peygamberler tarihinden örneklerle desteklemektedir. Buna göre, masum çocukların, savunmasız sivillerin maruz bırakıldığı ve çoğunluğun sessiz kaldığı dünya çapındaki zulüm, işkence ve adaletsizlikler, ahlaki yozlaşma ve çözülmeler karşısında er ya da geç ilahi bir müdahalenin gelmesi kaçınılmazdır. Bunun karşısında ‘tedbir’ yaklaşımını savunanlara göre ise, salgın; insani hataların bir sonucudur ve sorumluluğu tümüyle insana aittir. Bu olayda, ilahi bir belirlenim ve müdahale söz konusu değildir. Bütün bunlar, zamanında ve yeterli tedbirler alınmadığı için yaşanmaktadır. Pandemi henüz bu ölçekte yayılmadan bilimsel tedbirler alınsaydı, vakaların artması önlenebilirdi.
Bu iki yaklaşımı sentezleyen üçüncü bir bakış açısı olarak ‘takdir-tedbir’ yaklaşımına göre ise, bu süreç ne tek başına takdir ne de tedbir ile açıklanabilir. İnananlar açısından evrendeki her şeyin metafizik planlamaya (kader) göre gerçekleştiğinde kuşku yoktur. Ancak bu planlama içinde insana da özgür bir alan bırakılmıştır. İnsan, bu alanda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirdiğinde (tedbir) sorunların çözümü mümkün hale gelir. İhmalkar davrandığında ve sorumluluklarını reddettiğinde ise, çeşitli sorunlarla karşılaşır. Nitekim Kur’an’da insanın kendi hataları yüzünden pek çok felaketle yüzleşmek durumunda kaldığı ifade edilmektedir. Küresel düzeyde bir bilinçlenme ile evrensel sorunların üstesinden gelinebilir. Bunun için insanların sorumluluklarının farkına varması; başka insanlara, doğaya ve canlılara zarar verecek davranışlardan kaçınması gerekir. Kısaca özetlediğimiz bu üç temel yaklaşımla birlikte, pandeminin küresel aktörler tarafından dünyanın gidişatını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek maksadıyla laboratuvar ortamında tasarlanan bir virüsün eseri olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır. Bu bakış açısını savunanlar, pandeminin faturasını, büyük ölçüde, küresel aktörlerin yanlış politikalarına yüklemektedir. Bu bağlamda, çeşitli kıyamet senaryolarının üretildiği de görülmektedir.
‘Kontrollü’ dini yönelimlerin, anlam üretme potansiyeli yüksektir. Bu potansiyelin nerede, ne zaman, nasıl ve ne ölçüde işlevselleşeceği üzerinde öncelikle bireysel tercihler belirleyicidir. Bununla birlikte bireysel tercihleri yönlendiren çeşitli motivasyon araçları bulunur. Bunlardan bir kısmı, kaynağını içsel yaşantılardan alırken, önemli bir kısmı birey dışı kaynaklardan beslenir. Bireyin yaşantısı, her iki kaynaktan gelen etkilerle şekillenir. Bu etkilerin sıklık ve yoğunluk derecesine bağlı olarak dini yönelimlerde zaman zaman dalgalanma ve anlık değişimlerin yaşanması ise kaçınılmazdır. Deprem, sel, yangın, kuralık, kıtlık, savaş ve salgın hastalık gibi geniş kitleleri etkileyen afet dönemlerinde, dini yönelimler üzerinde anlık değişimler daha yoğun görülür. Covid 19 pandemisi de hali hazırda benzer etkilere yol açmaktadır. Ancak bu etkilerin dini hayata yansımalarının kalıcı hale gelebilmesi için uzun vadeli köklü değişimlere kaynaklık etmesi gerekir.
Kamuoyunun yakından gözlemlediği gibi pandeminin ilk günlerinden itibaren alınan ve toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren karantina uygulamaları arasında dini pratiklere yönelik kısıtlamalar da yer almaktadır. Malum olduğu üzere bu kısıtlamaların ilk örnekleri, umrecilere yönelik karantina uygulamasıyla görülmeye başlanmıştı. Hemen ardından salgın hastalığa yakalanma riskinin arttığı bu dönemde umreye gidişlerin ertelenmesi gündeme gelmişti. Vakit ve Cuma namazlarının cami ve mescitlerde cemaatle kılınmasının yasaklanmasıyla ise, topluca yapılan ibadetler tümüyle kısıtlanmış oldu. Bu kararlardan en çok etkilenen kesim yaşlılar oldu. Çünkü altmışbeş yaş üstü sokağa çıkma yasağının ardından vaktinin tamamını evde geçirmek zorunda kalan yaşlı bireyler açısından cami, sadece cemaatle namaz kılınan bir ibadet yeri değildir. O, aynı zamanda yaşlıların hayatın yükünü birlikte sırtladığı, dertleştiği, sorunlarına beraberce çözüm aradığı, tecrübelerini paylaşıp halleştiği önemli bir sosyalleşme mekanıdır. Dini pratiklere katılım, yaşlılıkta bir boş zaman faaliyeti olarak da değerlendirilir. Bu kapsamda cami ve çevresinde gerçekleştirilen faaliyetler evin yükünü hafifleten önemli bir işleve aracılık eder. Bununla birlikte bu süreçte, caminin söz konusu sağaltıcı fonksiyonları devre dışı kalmış oldu.
Pandemi sürecinde insanların bilim kurulunun tavsiyeleri doğrultusunda yetkililerce alınan kararlara ve getirilen kısıtlamalara önemli ölçüde uyumlu hareket ettiğini gözlemliyoruz. Bu durumu, fiziksel mesafe kuralının yanı sıra, ‘evde kal’ çağrısı kapsamında karantina uygulamalarına katılım ile sokağa çıkma yasağı konusundaki uygulamalarda da gözlemlemek mümkündür. Ancak 11 Mayıs tarihinde başlayan ‘kontrollü sosyal hayat’ döneminden itibaren açıklanan kademeli normalleşme planının kitleler üzerinde tedbirlere uyumu gevşetici etkilere yol açma riski bulunmaktadır. Nitekim son bir haftada sokağa çıkanların yaklaşık yüzde otuz arttığı görülmektedir. Bu durum, azalan ölüm oranları ve vaka sayılarıyla birlikte plato dönemine girdiğimiz bugünlerde, yeniden yükselişi tetikleme potansiyeline sahiptir. Bu çerçevede, bayram haftasının ‘kritik eşik’ olarak değerlendirilmesi gerekir.
Kültürümüzde, dini motivasyonlu toplumsal coşku ve katılımın en yoğun olması beklenen bayramın yaklaşması, Ramazan ayının son günlerini yaşadığımızın ve kutlu mevsimden ayrılık hüznünün yaklaştığının habercisi olarak yorumlanır. Müslümanların tüm yıl gelişini hasretle beklediği ve bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi de böyledir. Bu süreçte, cami ve mescitlerimizin kapalı kalmaya devam etmesi, ay boyunca Ramazan ayının sembollerinden olan cemaatle teravih namazlarının kılınamaması, iftarların evde az sayıda kişinin katılımıyla ve ailenin sınırları içerisinde yapılması, önceki yıllarda olduğu gibi eş, dost, akraba ve yakınların aynı sofrada buluşup biraraya gelememesi gibi Ramazan’a özgü toplumsal gerçekliklerle birlikte değerlendirilmektedir. Cadde ve sokaklarda, dernek ve vakıflarda iftar çadırlarının kurulamaması, geniş katılımlı iftar organizasyonlarının düzenlenememesi ve nihayet birlikteliğin coşkusu, heyecanı, cemaatle kılınan namazların ve yapılan duaların motivasyonel etkisinin fark edilememiş olması da buna eklenmektedir. Bunun yerine insanlar, evlerinde kalarak buruk bir Ramazan sevinci yaşamaya devam etmekte, halen de bu süreç işlemektedir. Bütün bunlar beraberce değerlendirildiğinde, asırlara yayılan kadim Ramazan kültüründen beslenen bir toplum için bu manzaranın husursuz edici sonuçlar ortaya çıkarması kaçınılmazdır.
Bu iç karartıcı manzaraya ve toplumsal atmosfere rağmen, bayram haftası öncesinde başlayan ‘normalleşme’ sürecinde de karantina uygulamalarının hız kesmeden ve esnetilmeden devam ettirilmesi, elde edilen kazanımların korunması bakımından hayati öneme sahiptir. Toplumsal maslahatın bunu gerektirdiğinden en ufak bir kuşku duyulmaması gerekir. Kültürümüzde bayramın, ‘en önemli buluşma ânı’ olarak algılandığı bilinmektedir. Ancak bu büyük buluşmanın, yeni bir ‘bulaşma’ya yol açmaması için kontrol elden bırakılmamalıdır. Önceki bayramlardan farklı olarak bu bayram evde kalmanın, eş, dost, akraba ve yakınlarla mobil telefonlara yüklenen uygulamalar üzerinden bayramlaşmanın hayat-memat meselesi olduğu ısrarla ifade edilmelidir. Bu mesajın, devletin en üst kademesindeki yetkili ağızlar tarafından her vesileyle yinelenmesinin gereği ortadadır. Bu çerçevede bilim kurulunun bayrama özel kararlar almasına ve karantina uygulamasına ara verilmeyeceğinin kamuoyuna duyurulmasına ihtiyaç vardır. Alınan kararların tüm toplum kesimlerinin gündeminde tutulması için iletişim araçlarında ve yeni medya mecralarında bilinç yükseltici kamu spotlarının bayram mesajlarıyla birlikte dolaşımda tutulması sağlanmalıdır.
Toplumsal etkileşimlerin karakterini, dini toplumsal sermayenin kullanım koşulları belirler. Bu koşullar, bireylerin dini hareketliliğine etki ederek dini hayatın dinamizmine de doğrudan katılmış olur. Pandemi dönemlerinde dini hareketliliğin yönünü tayin eden ise, olağanüstü koşulların ürettiği sonuçların bireylerin ve toplumların hafızasında bıraktığı derin izlerdir. Eğer toplum olarak uzun süren bir karantina dönemi yaşamışsanız, elbette bunun kısa vadedeki sonucu, inançlı bireyler açısından dini tercihlerde artan yönelimler şeklinde görülecektir. Bu dönemde bireysel yönelimlerin dua, ibadet ve sosyal hayatta gözlemlenen diğer dini pratiklere yansımaları da güçlü olur. Ancak olağanüstü koşulların toplum hafızasında bıraktığı travmatik izlerin orta ve uzun vadede silinmeye başlamasıyla birlikte, dini tercihlerde öncelikle bir dengelenmenin, ardından bir stabilizasyonun yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Böylece uzun vadede dini hayatın istikrarı yeniden sağlanmış olur. Post-pandemi döneminde de benzer bir senaryonun ortaya çıkma ihtimali yüksek görünmektedir. Ancak gerçekçi bir öngörüde bulunmak için sürecin bir müddet daha dikkatle izlenmesi gerekmektedir.
İlk sokağa çıkma yasağından sonra gözlemlediğimiz gibi bu örnek de, pandemi sürecinde yetkili ağızlar tarafından yapılan açıklamaların kitlelerin psikolojisini doğrudan etkilediğini gösteriyor. Bu açıklamayla birlikte, psikolojik, ruhsal, zihinsel ve toplumsal sağlığımızın biyolojik sağlığımızla yakından ilişkili olduğu bir kez daha kanıtlanmış oldu. Esasen Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre sağlık; fiziksel, ruhsal ve sosyal olmak üzere birbirini tamamlayan bileşenleriyle bir bütündür. Bunlardan birini tedirgin eden bir gelişme yaşandığında, diğer bileşenler de alarm vermeye, başka bir deyişle ‘olağanüstü hal’ ilan etmeye başlıyor. Bu, aynı zamanda, pandemi günlerinde evde kalmanın, sosyal izolasyon ve karantina uygulamalarının yıpratıcı atmosferinin toplum ruh sağlığımızı nasıl örselediğinin de kanıtlarından biri. Buradan çıkarılabilecek en iyimser sonuç ise, toplumsal kriz dönemlerinde psiko-sosyal sağlığımızın bozulması gibi toparlanma sinyalleri vermesinin de an meselesi olduğudur.
Medyada pandemi sürecine ilişkin haberlerin yer alma biçimi ile kitlelerin psikolojisi arasında da doğrudan bir ilişki olduğu anlaşılmaktadır. Gerek kamu gerekse özel sektör yayıncılığının kamusal sorumluluğuyla hareket eden medya platformlarından yayılan haberlerin, kitlelerin süreci anlamlandırma biçimleri ve psikolojik reaksiyonları üzerinde sakinleştirici/yatıştırıcı etkilerinin olduğu görülmektedir. Benzer haberlerin düşük profilli duyarlılığa sahip ya da sosyal duyarlılığa sahip olduğu izlenimi uyandırmayan medya platformlarında herhangi bir filtreleme işlemine tabi tutulmadan verilmesi ise, kitlesel gerilimi yeniden tetikleme ve yükseltme riskini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden, hastalık ve ölüm riskinin arttığı olağanüstü zamanlarda bireylerin ve farklı toplum kesimlerinin; risk algılarını azaltacak, acılarını hafifletecek, yaralarının sarılmasına ve iyileşmesine, travmatik etkilerin rehabilitasyonuna katkıda bulunacak güvenli sığınaklara ihtiyacı vardır. Böyle zamanlarda insanların aklına gelen ilk sığınak/sığınma aracı dindir.
Dini duygu, düşünce, inanç ve pratiklerin afet dönemlerinde ruh sağlığımızı onarıcı ve iyileştirici etkilere sahip olduğu, uzun soluklu araştırmalardan elde edilen bulgularla kanıtlanmıştır. Sözgelimi, afetlerin beraberinde getirdiği endişe, kaygı ve korkularla başa çıkmada duanın güvenli bir liman olarak algılandığı bilinmektedir. İnsanlar, özellikle, bireysel ve toplumsal çabaların beklentileri karşılamakta zorlandığı belirsizlik dönemlerinde duanın yanı sıra, ibadetlerin de maneviyatlarını yükseltici gücünden yararlanmayı tercih etmektedir. Bununla birlikte, afetlerin dini yönelimler üzerindeki etkisinin yoğunluğu yaş, cinsiyet, sosyal sınıf, statü, eğitim, gelir düzeyi gibi sosyo-demografik ve ekonomik değişkenlere göre farklılaşmaktadır. Dolayısıyla pandemi sürecinin dine yönelimlerimizde kalıcı değişimlere yol açıp açmayacağını, söz konusu değişkenlerin sürecin seyrine etkisi belirleyecektir. Bu bağlamda, post-pandemi döneminde dini hayatın geleceğini kestirebilmek için geniş katılımlı ve uzun erimli çalışmalara ihtiyacımız olacaktır.
Karantina uygulamalarına uyum sürecinin, toplum genelinde olduğu gibi inançlı bireyler açısından da yüksek katılımla ve düşük profilli sorunlar üreterek devam ettiğini söyleyebiliriz. Diğer insanlar gibi onlar da bilim kurulunun tavsiyeleri çerçevesinde alınan kararlara, önleyici tedbirlere ve kısıtlamalara büyük ölçüde uymaktadır. Çünkü inançlı bireyler de, salgının yayılma hızını düşürmeye yönelik kamusal politikalara ve politika yapıcılara büyük oranda güvenmektedir. Bu güvenin oluşmasında, sürecin başlangıcından itibaren izlenen ve kamuoyunu düzenli bilgilendirmeyi amaçlayan proaktif sağlık politikalarının etkili olduğu muhakkaktır. Toplumsal yaşam alanlarındaki kısıtlamalara uyumun, bireysel yaşamların yönetimine yansıması konusunda ise, dini inançlardan çok kişilik tipleri belirleyici olmaktadır. Bu konuda, kişilik tiplerine göre farklılaşan psikolojik reaksiyonlar ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi, kişisel kontrol odağını endişe, kaygı ve korku gibi olumsuz duyguların yönettiği ‘tedirgin kişilikler’, salgın haberlerinden kolaylıkla tetiklenerek paniğe kapılabilmektedir. Buna karşın, kontrol odağında güven, bağlılık ve sabır gibi olumlu duyguların baskın olduğu ‘dengeli kişilikler’ ise, bu tür haberler karşısında kontrollü reaksiyonlar sergilemektedir.
Dindarlık düzeylerine göre farklılaşan yönelimler ise, genellikle pandeminin sebeplerine ilişkin yaklaşımlarda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda, ‘takdir’, ‘tedbir’ ve ‘takdir-tedbir’ yönelimli olmak üzere üç farklı yaklaşımdan söz edilebilir. ‘Takdir’ yaklaşımına göre, pandemi bir uyarıdır. Deprem, kuraklık, savaş ve hastalık gibi felaketler, ilahi bir ceza, ikaz ve ihtar olarak değerlendirilmelidir. Bu bakış açısını savunanlar argümanlarını, genellikle Kur’an kıssalarından, özellikle peygamberler tarihinden örneklerle desteklemektedir. Buna göre, masum çocukların, savunmasız sivillerin maruz bırakıldığı ve çoğunluğun sessiz kaldığı dünya çapındaki zulüm, işkence ve adaletsizlikler, ahlaki yozlaşma ve çözülmeler karşısında er ya da geç ilahi bir müdahalenin gelmesi kaçınılmazdır. Bunun karşısında ‘tedbir’ yaklaşımını savunanlara göre ise, salgın; insani hataların bir sonucudur ve sorumluluğu tümüyle insana aittir. Bu olayda, ilahi bir belirlenim ve müdahale söz konusu değildir. Bütün bunlar, zamanında ve yeterli tedbirler alınmadığı için yaşanmaktadır. Pandemi henüz bu ölçekte yayılmadan bilimsel tedbirler alınsaydı, vakaların artması önlenebilirdi.
Bu iki yaklaşımı sentezleyen üçüncü bir bakış açısı olarak ‘takdir-tedbir’ yaklaşımına göre ise, bu süreç ne tek başına takdir ne de tedbir ile açıklanabilir. İnananlar açısından evrendeki her şeyin metafizik planlamaya (kader) göre gerçekleştiğinde kuşku yoktur. Ancak bu planlama içinde insana da özgür bir alan bırakılmıştır. İnsan, bu alanda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirdiğinde (tedbir) sorunların çözümü mümkün hale gelir. İhmalkar davrandığında ve sorumluluklarını reddettiğinde ise, çeşitli sorunlarla karşılaşır. Nitekim Kur’an’da insanın kendi hataları yüzünden pek çok felaketle yüzleşmek durumunda kaldığı ifade edilmektedir. Küresel düzeyde bir bilinçlenme ile evrensel sorunların üstesinden gelinebilir. Bunun için insanların sorumluluklarının farkına varması; başka insanlara, doğaya ve canlılara zarar verecek davranışlardan kaçınması gerekir. Kısaca özetlediğimiz bu üç temel yaklaşımla birlikte, pandeminin küresel aktörler tarafından dünyanın gidişatını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek maksadıyla laboratuvar ortamında tasarlanan bir virüsün eseri olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır. Bu bakış açısını savunanlar, pandeminin faturasını, büyük ölçüde, küresel aktörlerin yanlış politikalarına yüklemektedir. Bu bağlamda, çeşitli kıyamet senaryolarının üretildiği de görülmektedir.
‘Kontrollü’ dini yönelimlerin, anlam üretme potansiyeli yüksektir. Bu potansiyelin nerede, ne zaman, nasıl ve ne ölçüde işlevselleşeceği üzerinde öncelikle bireysel tercihler belirleyicidir. Bununla birlikte bireysel tercihleri yönlendiren çeşitli motivasyon araçları bulunur. Bunlardan bir kısmı, kaynağını içsel yaşantılardan alırken, önemli bir kısmı birey dışı kaynaklardan beslenir. Bireyin yaşantısı, her iki kaynaktan gelen etkilerle şekillenir. Bu etkilerin sıklık ve yoğunluk derecesine bağlı olarak dini yönelimlerde zaman zaman dalgalanma ve anlık değişimlerin yaşanması ise kaçınılmazdır. Deprem, sel, yangın, kuralık, kıtlık, savaş ve salgın hastalık gibi geniş kitleleri etkileyen afet dönemlerinde, dini yönelimler üzerinde anlık değişimler daha yoğun görülür. Covid 19 pandemisi de hali hazırda benzer etkilere yol açmaktadır. Ancak bu etkilerin dini hayata yansımalarının kalıcı hale gelebilmesi için uzun vadeli köklü değişimlere kaynaklık etmesi gerekir.
Kamuoyunun yakından gözlemlediği gibi pandeminin ilk günlerinden itibaren alınan ve toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren karantina uygulamaları arasında dini pratiklere yönelik kısıtlamalar da yer almaktadır. Malum olduğu üzere bu kısıtlamaların ilk örnekleri, umrecilere yönelik karantina uygulamasıyla görülmeye başlanmıştı. Hemen ardından salgın hastalığa yakalanma riskinin arttığı bu dönemde umreye gidişlerin ertelenmesi gündeme gelmişti. Vakit ve Cuma namazlarının cami ve mescitlerde cemaatle kılınmasının yasaklanmasıyla ise, topluca yapılan ibadetler tümüyle kısıtlanmış oldu. Bu kararlardan en çok etkilenen kesim yaşlılar oldu. Çünkü altmışbeş yaş üstü sokağa çıkma yasağının ardından vaktinin tamamını evde geçirmek zorunda kalan yaşlı bireyler açısından cami, sadece cemaatle namaz kılınan bir ibadet yeri değildir. O, aynı zamanda yaşlıların hayatın yükünü birlikte sırtladığı, dertleştiği, sorunlarına beraberce çözüm aradığı, tecrübelerini paylaşıp halleştiği önemli bir sosyalleşme mekanıdır. Dini pratiklere katılım, yaşlılıkta bir boş zaman faaliyeti olarak da değerlendirilir. Bu kapsamda cami ve çevresinde gerçekleştirilen faaliyetler evin yükünü hafifleten önemli bir işleve aracılık eder. Bununla birlikte bu süreçte, caminin söz konusu sağaltıcı fonksiyonları devre dışı kalmış oldu.
Pandemi sürecinde insanların bilim kurulunun tavsiyeleri doğrultusunda yetkililerce alınan kararlara ve getirilen kısıtlamalara önemli ölçüde uyumlu hareket ettiğini gözlemliyoruz. Bu durumu, fiziksel mesafe kuralının yanı sıra, ‘evde kal’ çağrısı kapsamında karantina uygulamalarına katılım ile sokağa çıkma yasağı konusundaki uygulamalarda da gözlemlemek mümkündür. Ancak 11 Mayıs tarihinde başlayan ‘kontrollü sosyal hayat’ döneminden itibaren açıklanan kademeli normalleşme planının kitleler üzerinde tedbirlere uyumu gevşetici etkilere yol açma riski bulunmaktadır. Nitekim son bir haftada sokağa çıkanların yaklaşık yüzde otuz arttığı görülmektedir. Bu durum, azalan ölüm oranları ve vaka sayılarıyla birlikte plato dönemine girdiğimiz bugünlerde, yeniden yükselişi tetikleme potansiyeline sahiptir. Bu çerçevede, bayram haftasının ‘kritik eşik’ olarak değerlendirilmesi gerekir.
Kültürümüzde, dini motivasyonlu toplumsal coşku ve katılımın en yoğun olması beklenen bayramın yaklaşması, Ramazan ayının son günlerini yaşadığımızın ve kutlu mevsimden ayrılık hüznünün yaklaştığının habercisi olarak yorumlanır. Müslümanların tüm yıl gelişini hasretle beklediği ve bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi de böyledir. Bu süreçte, cami ve mescitlerimizin kapalı kalmaya devam etmesi, ay boyunca Ramazan ayının sembollerinden olan cemaatle teravih namazlarının kılınamaması, iftarların evde az sayıda kişinin katılımıyla ve ailenin sınırları içerisinde yapılması, önceki yıllarda olduğu gibi eş, dost, akraba ve yakınların aynı sofrada buluşup biraraya gelememesi gibi Ramazan’a özgü toplumsal gerçekliklerle birlikte değerlendirilmektedir. Cadde ve sokaklarda, dernek ve vakıflarda iftar çadırlarının kurulamaması, geniş katılımlı iftar organizasyonlarının düzenlenememesi ve nihayet birlikteliğin coşkusu, heyecanı, cemaatle kılınan namazların ve yapılan duaların motivasyonel etkisinin fark edilememiş olması da buna eklenmektedir. Bunun yerine insanlar, evlerinde kalarak buruk bir Ramazan sevinci yaşamaya devam etmekte, halen de bu süreç işlemektedir. Bütün bunlar beraberce değerlendirildiğinde, asırlara yayılan kadim Ramazan kültüründen beslenen bir toplum için bu manzaranın husursuz edici sonuçlar ortaya çıkarması kaçınılmazdır.
Bu iç karartıcı manzaraya ve toplumsal atmosfere rağmen, bayram haftası öncesinde başlayan ‘normalleşme’ sürecinde de karantina uygulamalarının hız kesmeden ve esnetilmeden devam ettirilmesi, elde edilen kazanımların korunması bakımından hayati öneme sahiptir. Toplumsal maslahatın bunu gerektirdiğinden en ufak bir kuşku duyulmaması gerekir. Kültürümüzde bayramın, ‘en önemli buluşma ânı’ olarak algılandığı bilinmektedir. Ancak bu büyük buluşmanın, yeni bir ‘bulaşma’ya yol açmaması için kontrol elden bırakılmamalıdır. Önceki bayramlardan farklı olarak bu bayram evde kalmanın, eş, dost, akraba ve yakınlarla mobil telefonlara yüklenen uygulamalar üzerinden bayramlaşmanın hayat-memat meselesi olduğu ısrarla ifade edilmelidir. Bu mesajın, devletin en üst kademesindeki yetkili ağızlar tarafından her vesileyle yinelenmesinin gereği ortadadır. Bu çerçevede bilim kurulunun bayrama özel kararlar almasına ve karantina uygulamasına ara verilmeyeceğinin kamuoyuna duyurulmasına ihtiyaç vardır. Alınan kararların tüm toplum kesimlerinin gündeminde tutulması için iletişim araçlarında ve yeni medya mecralarında bilinç yükseltici kamu spotlarının bayram mesajlarıyla birlikte dolaşımda tutulması sağlanmalıdır.
Toplumsal etkileşimlerin karakterini, dini toplumsal sermayenin kullanım koşulları belirler. Bu koşullar, bireylerin dini hareketliliğine etki ederek dini hayatın dinamizmine de doğrudan katılmış olur. Pandemi dönemlerinde dini hareketliliğin yönünü tayin eden ise, olağanüstü koşulların ürettiği sonuçların bireylerin ve toplumların hafızasında bıraktığı derin izlerdir. Eğer toplum olarak uzun süren bir karantina dönemi yaşamışsanız, elbette bunun kısa vadedeki sonucu, inançlı bireyler açısından dini tercihlerde artan yönelimler şeklinde görülecektir. Bu dönemde bireysel yönelimlerin dua, ibadet ve sosyal hayatta gözlemlenen diğer dini pratiklere yansımaları da güçlü olur. Ancak olağanüstü koşulların toplum hafızasında bıraktığı travmatik izlerin orta ve uzun vadede silinmeye başlamasıyla birlikte, dini tercihlerde öncelikle bir dengelenmenin, ardından bir stabilizasyonun yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Böylece uzun vadede dini hayatın istikrarı yeniden sağlanmış olur. Post-pandemi döneminde de benzer bir senaryonun ortaya çıkma ihtimali yüksek görünmektedir. Ancak gerçekçi bir öngörüde bulunmak için sürecin bir müddet daha dikkatle izlenmesi gerekmektedir.
Dini hayatın ritminin salgın dönemlerinde açıklanmasına, özellikle küresel salgın ve sonrasına dair projeksiyonlara ihtiyaç vardı. Hocamızın bu yazısı, bu ihtiyacı tam da merkezinden yakalamış. Sürecin başından itibaren okunması da ayrıca çok önemli bir katkı. Tipolojiler de çok yerinde olmuş. Teşekkür ederiz.
Hocam kaleminize sağlık ,
Hocam kaleminize sağlık. Aydınlatıyorsunuz.Teşekkürler.
Analiz, tespit ve öneriler çok güzel ifade edilmiş. Teşekkürler Değerli Hocam.