Psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar, “Siber âlem, meçhule attığımız kement. Onu avucumuzun içine alacağımızı sandığımız anda onun tarafından yutuluyoruz. Makine uygarlığında merhamet yoktur. Teknolojinin bize dayattığı hızlı olma zorunluluğu, bilişsel yeteneklerimizi zayıflatıyor.” dedi.
Prof. Dr. Sayar, diyanet aylık dergide yayınlanan yazısında iletişim teknolojilerinin toplumları nasıl etkilediğini anlattı.
Siber âlemin bir kaçış yeri, bir inziva mekanı olduğunu ifade eden Sayar, “Orada hakikati istediğimiz kadar eğip bükebilir, kendimizi kılıktan kılığa sokabilir ve denetimi elimizde tutarız. Bedenlerinin egzersiz, gün ışığı, sağlıklı gıda ve insani temas ihtiyacını yok sayan birçok genç, artık hayatlarını ekran karşısında geçiriyor ve gerçek dostlukların yerine sanal olanları koyuyor. Gece yaşayan bu gençlerin en sevdikleri roman kahramanlarının vampirler, hayaletler ve başka gece yaratıkları olmasına şaşmayalım.” değerlendirmesinde bulundu.
Ekran köleliği
Örnek olarak da Japonya’daki “hikikimori” olarak tanımlanan durumu aktaran Sayar, “Japonya’da hikikimori olarak bilinen bir durum var: Ergenler kendi odalarında yıllarca münzevi yaşıyor, bütün gün bilgisayar oyunu oynuyor ve sadece kapılarına kadar getirilen yemek için mola veriyor. Uzun yıllar sürebilen bu durum anne babayı âdeta çocuğun kölesi hâline getiriyor. Onunla ne iletişim kurabiliyor, ne de onu dışarı çıkarabiliyorlar. Ekran köleliğinin ete kemiğe bürünmüş hâli.” diye devam etti.
Sayar, yazısında şunları kaydetti:
Siber âlem geleneksel sınırları ters yüz ediyor
“Siber âlem pek çok geleneksel sınırı ters yüz ediyor. İş ve oyun, ciddi söylem ve eğlence, erişkinlik ve çocukluk, kamusal ve mahrem arasındaki sınırlar muğlaklaşıyor. Cep telefonu aramaları ve sesli mesaj bildirimleri, her birimizin özel alanına arsızca giriyor. Duymak istemediğimiz ses ve kelimeler ruhun ancak sessizlikle onarılan kuytuluklarına çarparak uğultuya dönüşüyor. Kişisel bilgilerimiz sosyal paylaşım ağlarında teşhir ediliyor. Narsistik teşhirciliğin teşvik edildiği bir dünya sahnesi hâline geliyor internet. Teşhirciliğin diğer ucunda dikizcilik var. Bir gözetleme kulesi olarak internet. Çevrimiçi araştırma zahmetine giren bir kimse, kolaylıkla her birimiz hakkında pek çok malumata ulaşabilir. Bu da giderek görünmez veya namevcut olmayı zorlaştırıyor.
Google’ın ürünleriyiz
“Neil Postman, Teknopoli adlı kitabında yeni teknolojik araç gerecin hayata dair önceliklerimizi değiştireceğini, kültürün o derin anlamından koparılarak sadece araçlarla ilişkilendirileceğini yazmıştı. Bir tıkla bize bilgi sunan protez belleğimizin yapı taşlarından biri de Google. Ancak hayatın “google”laştırıldığı bir zamanda, arama motoru bizim neyi, ne kadar bilmemize müsaade ediyorsa o kadarını biliyoruz. Biz Google’ın müşterileri değil, ürünleriyiz: Eğilim, merak ve tercihleri reklam verene satılan ürünleriz. Biz onu kullandığımızı sanırken, o bizi kaydeder ve hakkımızda profil oluşturur. Biz onun hakkında pek az şey bilsek de o bizim hakkımızda çok şey bilir. Bu yönüyle panoptikonu da aşan bir gözetim mekanizmasıdır.”
Medya doygunluğu çağı…
Başka bir örneği sosyal paylaşım ağı Facebook üzerinden verebiliriz: Facebook ütopik bir ihtimali ayakta tutar. Geçmişte kaybedilen şimdi bulunacaktır. Bu gezegenin sakinleri, canları hangi yüzlerini sunmak istiyorlarsa, dünyaya onu sunarlar. Bukalemun benlikler. Facebook giderek bir hafıza silici olarak işlev gösterir. Sınırsız yüzümüzün olması, bağlanma gücünde bir azalmayı ve insan yaşamında bir daralmayı ifade eder. Sosyal medyada sahte kimlik ve sınırsız yüz üretilebilmesi, kişiyi hem kendini tanımaktan, hem de sosyal yaşamın içine girebilmekten uzaklaştırır. Medya doygunluğu çağında birey hayatını bir bütün olarak değil, parçalar ve epizotlar toplamı olarak yaşamaktadır. Tamamlanamayan, kırık dökük, paramparça hayatlar.
Makine uygarlığında merhamet yoktur
Siber âlem, meçhule attığımız kement. Onu avucumuzun içine alacağımızı sandığımız anda onun tarafından yutuluyoruz. Makine uygarlığında merhamet yoktur. Teknolojinin bize dayattığı hızlı olma zorunluluğu, bilişsel yeteneklerimizi zayıflatıyor. Kısa dönem hafızamız zedeleniyor. Eskiden ahenk içinde çalışan beyin parçalarımız arasında iletişim bozuklukları oluşuyor. Merhamet, zihnimizin bir bütün olarak ve dingin bir şekilde çalışabilmesiyle mümkünken bu değişimin bizi merhametten uzaklaştırmaması mümkün olabilir mi? ‘İnsan meçhulün kahramanıdır’ demişti Peyami Safa. Bir karadelik gibi insanı öğüten modern teknolojilere bakınca, bir kahramanın zafer çığlıklarından çok, bir kurbanın iniltileri duyuluyor. Dünya son yıllarda büyük bir hızla değişiyor, öylesine yeni araç ve teknolojiler geliştiriyoruz ki her an sanki geçmişe bir dönüp bakmamız, geçmişte neyin iyi olduğunu hatırlayarak ona bugünde bir yer ayırmamız gerekiyor. Bu yeni teknolojiler son on beş yılda hayatımıza o kadar nüfuz etti ve onu öylesine derinden değiştirdi ki; öğrendiklerimiz, bilgi edinme biçimlerimiz, iş kurma şekillerimiz, oynadığımız oyunlar ve iletişim kurma yöntemlerimiz geçmiş çağlardan farklılaştı. Bu hızlı dönüşüm çağında, iyiliğimiz için esas ve hayati olan bir şeyi kaçırıp kaçırmadığımız sorusunu daha çok sormalıyız.
Dijital hayatlarımız asıl hayatlarımızı örtmemeli
Dijital hayatlarımız asıl hayatımızı örtmemeli. Teknoloji bizim insan olarak altımızı oymak yerine bizi insan kılan, değer verdiğimiz şeylere hizmet etmeli. Mahrem hayatlarımıza ve iş ortamımıza artık iyiden iyiye sızmış olan teknoloji, ruhsal sorunların şekillenmesinde de bire bir rol oynayabiliyor. Sohbet odalarında veya sosyal ağlarda tanışan; çöpçatan sitelerinde evlenen; siber zorbalığa maruz kalmış; kimlik hırsızlığına uğramış; Skype üzerinden okyanus ötesi bir aşkı harlı tutmaya çalışan; hiç bilmediği coğrafyalarda, sosyal ağlar üzerinden kendisine sevgili arayan; e-posta yazışmalarında veya mesajlarda söyledikleri yanlış anlaşılmış, sanal dünyayı bırakamayan, ekrana bakmadan duramayan yüzbinlerce insan psikoterapi veya psikiyatrik yardım alma ihtiyacı duyuyor. Çünkü ilişki elle tutulur olmasa bile uyandırdığı duygu ve hayal kırıklığı gerçek ve yakıcı. O hâlde teknolojinin bizim için ne yaptığını incelediğimiz kadar, onun bize ne yaptığını da incelemeliyiz. Bilgisayar, günümüzde egonun bazı veçhelerini yüklenmiş durumda. Pek çok bilişsel işlevi olan bir uydu ego gibi: Tutuyor, çevreliyor, bilgi ve hatıra depoluyor, duygulanımı kontrol ediyor, rahatlatıp teskin ediyor veya uyarıyor. Kimileri bilgisayar ekranıyla bu denli yoğun bir biçimde hemhal olmamızın iletişim becerilerimizi düşürdüğünü, dikkat süremizin ve soyut düşünce yeteneğimizin azaldığını söylüyor. İnsan kimliğinin büyük bir krizle karşı karşıya olduğu dile getiriliyor.
Prof. Dr. Sayar, diyanet aylık dergide yayınlanan yazısında iletişim teknolojilerinin toplumları nasıl etkilediğini anlattı.
Siber âlemin bir kaçış yeri, bir inziva mekanı olduğunu ifade eden Sayar, “Orada hakikati istediğimiz kadar eğip bükebilir, kendimizi kılıktan kılığa sokabilir ve denetimi elimizde tutarız. Bedenlerinin egzersiz, gün ışığı, sağlıklı gıda ve insani temas ihtiyacını yok sayan birçok genç, artık hayatlarını ekran karşısında geçiriyor ve gerçek dostlukların yerine sanal olanları koyuyor. Gece yaşayan bu gençlerin en sevdikleri roman kahramanlarının vampirler, hayaletler ve başka gece yaratıkları olmasına şaşmayalım.” değerlendirmesinde bulundu.
Ekran köleliği
Örnek olarak da Japonya’daki “hikikimori” olarak tanımlanan durumu aktaran Sayar, “Japonya’da hikikimori olarak bilinen bir durum var: Ergenler kendi odalarında yıllarca münzevi yaşıyor, bütün gün bilgisayar oyunu oynuyor ve sadece kapılarına kadar getirilen yemek için mola veriyor. Uzun yıllar sürebilen bu durum anne babayı âdeta çocuğun kölesi hâline getiriyor. Onunla ne iletişim kurabiliyor, ne de onu dışarı çıkarabiliyorlar. Ekran köleliğinin ete kemiğe bürünmüş hâli.” diye devam etti.
Sayar, yazısında şunları kaydetti:
Siber âlem geleneksel sınırları ters yüz ediyor
“Siber âlem pek çok geleneksel sınırı ters yüz ediyor. İş ve oyun, ciddi söylem ve eğlence, erişkinlik ve çocukluk, kamusal ve mahrem arasındaki sınırlar muğlaklaşıyor. Cep telefonu aramaları ve sesli mesaj bildirimleri, her birimizin özel alanına arsızca giriyor. Duymak istemediğimiz ses ve kelimeler ruhun ancak sessizlikle onarılan kuytuluklarına çarparak uğultuya dönüşüyor. Kişisel bilgilerimiz sosyal paylaşım ağlarında teşhir ediliyor. Narsistik teşhirciliğin teşvik edildiği bir dünya sahnesi hâline geliyor internet. Teşhirciliğin diğer ucunda dikizcilik var. Bir gözetleme kulesi olarak internet. Çevrimiçi araştırma zahmetine giren bir kimse, kolaylıkla her birimiz hakkında pek çok malumata ulaşabilir. Bu da giderek görünmez veya namevcut olmayı zorlaştırıyor.
Google’ın ürünleriyiz
“Neil Postman, Teknopoli adlı kitabında yeni teknolojik araç gerecin hayata dair önceliklerimizi değiştireceğini, kültürün o derin anlamından koparılarak sadece araçlarla ilişkilendirileceğini yazmıştı. Bir tıkla bize bilgi sunan protez belleğimizin yapı taşlarından biri de Google. Ancak hayatın “google”laştırıldığı bir zamanda, arama motoru bizim neyi, ne kadar bilmemize müsaade ediyorsa o kadarını biliyoruz. Biz Google’ın müşterileri değil, ürünleriyiz: Eğilim, merak ve tercihleri reklam verene satılan ürünleriz. Biz onu kullandığımızı sanırken, o bizi kaydeder ve hakkımızda profil oluşturur. Biz onun hakkında pek az şey bilsek de o bizim hakkımızda çok şey bilir. Bu yönüyle panoptikonu da aşan bir gözetim mekanizmasıdır.”
Medya doygunluğu çağı…
Başka bir örneği sosyal paylaşım ağı Facebook üzerinden verebiliriz: Facebook ütopik bir ihtimali ayakta tutar. Geçmişte kaybedilen şimdi bulunacaktır. Bu gezegenin sakinleri, canları hangi yüzlerini sunmak istiyorlarsa, dünyaya onu sunarlar. Bukalemun benlikler. Facebook giderek bir hafıza silici olarak işlev gösterir. Sınırsız yüzümüzün olması, bağlanma gücünde bir azalmayı ve insan yaşamında bir daralmayı ifade eder. Sosyal medyada sahte kimlik ve sınırsız yüz üretilebilmesi, kişiyi hem kendini tanımaktan, hem de sosyal yaşamın içine girebilmekten uzaklaştırır. Medya doygunluğu çağında birey hayatını bir bütün olarak değil, parçalar ve epizotlar toplamı olarak yaşamaktadır. Tamamlanamayan, kırık dökük, paramparça hayatlar.
Makine uygarlığında merhamet yoktur
Siber âlem, meçhule attığımız kement. Onu avucumuzun içine alacağımızı sandığımız anda onun tarafından yutuluyoruz. Makine uygarlığında merhamet yoktur. Teknolojinin bize dayattığı hızlı olma zorunluluğu, bilişsel yeteneklerimizi zayıflatıyor. Kısa dönem hafızamız zedeleniyor. Eskiden ahenk içinde çalışan beyin parçalarımız arasında iletişim bozuklukları oluşuyor. Merhamet, zihnimizin bir bütün olarak ve dingin bir şekilde çalışabilmesiyle mümkünken bu değişimin bizi merhametten uzaklaştırmaması mümkün olabilir mi? ‘İnsan meçhulün kahramanıdır’ demişti Peyami Safa. Bir karadelik gibi insanı öğüten modern teknolojilere bakınca, bir kahramanın zafer çığlıklarından çok, bir kurbanın iniltileri duyuluyor. Dünya son yıllarda büyük bir hızla değişiyor, öylesine yeni araç ve teknolojiler geliştiriyoruz ki her an sanki geçmişe bir dönüp bakmamız, geçmişte neyin iyi olduğunu hatırlayarak ona bugünde bir yer ayırmamız gerekiyor. Bu yeni teknolojiler son on beş yılda hayatımıza o kadar nüfuz etti ve onu öylesine derinden değiştirdi ki; öğrendiklerimiz, bilgi edinme biçimlerimiz, iş kurma şekillerimiz, oynadığımız oyunlar ve iletişim kurma yöntemlerimiz geçmiş çağlardan farklılaştı. Bu hızlı dönüşüm çağında, iyiliğimiz için esas ve hayati olan bir şeyi kaçırıp kaçırmadığımız sorusunu daha çok sormalıyız.
Dijital hayatlarımız asıl hayatlarımızı örtmemeli
Dijital hayatlarımız asıl hayatımızı örtmemeli. Teknoloji bizim insan olarak altımızı oymak yerine bizi insan kılan, değer verdiğimiz şeylere hizmet etmeli. Mahrem hayatlarımıza ve iş ortamımıza artık iyiden iyiye sızmış olan teknoloji, ruhsal sorunların şekillenmesinde de bire bir rol oynayabiliyor. Sohbet odalarında veya sosyal ağlarda tanışan; çöpçatan sitelerinde evlenen; siber zorbalığa maruz kalmış; kimlik hırsızlığına uğramış; Skype üzerinden okyanus ötesi bir aşkı harlı tutmaya çalışan; hiç bilmediği coğrafyalarda, sosyal ağlar üzerinden kendisine sevgili arayan; e-posta yazışmalarında veya mesajlarda söyledikleri yanlış anlaşılmış, sanal dünyayı bırakamayan, ekrana bakmadan duramayan yüzbinlerce insan psikoterapi veya psikiyatrik yardım alma ihtiyacı duyuyor. Çünkü ilişki elle tutulur olmasa bile uyandırdığı duygu ve hayal kırıklığı gerçek ve yakıcı. O hâlde teknolojinin bizim için ne yaptığını incelediğimiz kadar, onun bize ne yaptığını da incelemeliyiz. Bilgisayar, günümüzde egonun bazı veçhelerini yüklenmiş durumda. Pek çok bilişsel işlevi olan bir uydu ego gibi: Tutuyor, çevreliyor, bilgi ve hatıra depoluyor, duygulanımı kontrol ediyor, rahatlatıp teskin ediyor veya uyarıyor. Kimileri bilgisayar ekranıyla bu denli yoğun bir biçimde hemhal olmamızın iletişim becerilerimizi düşürdüğünü, dikkat süremizin ve soyut düşünce yeteneğimizin azaldığını söylüyor. İnsan kimliğinin büyük bir krizle karşı karşıya olduğu dile getiriliyor.