“Dijital Çağda Müslüman Kalmak” kitap incelemesi.
Hazırlayan: İsmail Kaplan
“İnsanın uzantıları” olan teknolojiler, ilk insandan günümüze hayatımızın içinde. “Saban”dan “yapay zekâ”ya kadar her teknoloji az ya da çok yaşantımızı etkiliyor ve belirliyor. Postman’ın deyimiyle yeni bir teknolojinin hayatımıza girmesi, var olan ortama, değerlere, kültürlere “bir şey” eklenmesinden fazlasını ifade ediyor; o, yeni eklenen “şey” bütün çevremizi yeniden biçimlendiriyor[1].
Batılı kavramların hayatımızda egemen olduğu takriben son 300 yıl boyunca Müslümanlar, hayatlarına yeni giren teknolojiler ile nasıl bir ilişki içerisinde bulunmaları gerektiği üzerine düşündüler. Muhafazakâr bir kesim her türlü yeniliği reddedip ona kapılarını kapatırken, yenilikçi bir grup tüm teknolojileri ve değerleri birebir kopyaladı. Bu iki uç arasında yer alan çoğunluk ise bir ölçü dahilinde kalmaya çalıştı. Kimisi Batı’nın ilmini alıp ahlâkını almamaktan bahsetti, kimisi ise “asrın idrakine İslâm’ı söyletmekten.” Sonuçta bugün Müslümanlar olarak, bizim dışımızda, farklı bir kültürel yapının ve anlayışın inşa ettiği bir dünyada İslâm’ı doğru biçimde yaşamaya çalışıyoruz.
Nazife Şişman’ın Dijital Çağda Müslüman Kalmak kitabı[2], günümüz dünyasının en önemli gündemlerinden olan “bilgisayar ve internet teknolojileri ile kurduğumuz ilişkiyi” ele alıyor. “Bildiğimiz Kitabın Sonu”, “Dijital Çağda Gören Kim, Görünen Kim?” ve “Teknolojinin İnşa Ettiği Yeni Kültür” adlı üç ana başlık altında toplanıyor kitaptaki yazılar.
İlk bölümün ana teması, eğitim, bilgi, kitap gibi kavramların, bilgisayar ve internet teknolojileri ile birlikte bugün nasıl ele alındığı ve anlaşıldığı. 15. yüzyılda matbaanın icadı, bilgi ve bilmek kavramlarına yaklaşımı köklü bir biçimde etkilemişti. İslâm dünyasında yaygın eğitim yöntemi olan “bir kitabı bir âlimden okumak” yaklaşımı uzun zaman geçerliliğini korusa da, kitabın iki kapak arasına girip kolayca basılması ve dağıtılması, zamanla bireysel okumanın önünü açtı. Bugün ise bilgiye hiç olmadığı kadar hızlı erişme imkânına sahibiz. Bu ilk bakışta olumlu bir gelişme gibi görülebilir fakat yeni zamanlarda eski kavramları olduğu gibi ele almak yanıltıcı olacaktır. Sözgelimi internet ortamında bilgiler; doğruluğa, bir konudaki uzmanlığa ya da o alanda alınmış icazete göre değil, kitlelerin beğenisine göre sıralanır: çok tıklananlar en üstte, daha az tıklananlar daha aşağıda[3]. Dolayısıyla kitlelerin teveccühünü kazanabilecek bilgi, “doğru” bilgiden daha fazla itibar görüyor dijital dünyada. Diğer yandan internetin hızı, fiziksel dünyadan çok daha fazla. Bu durum insanlarda dikkatin yoğunlaşmasını zorlaştırırken, uzun ve derinlikli metinlerin/konuların göz ardı edilmesini, 280 karakterlik tweetlerin daha cazip görülmesini beraberinde getiriyor. Bu yüzeysellik ise zamanla anlam kaymalarına yol açtığı gibi, ilmi bir yaklaşımın kolayca itibarsızlaştırılmasına neden olabiliyor.
Kitabın ikinci bölümü “mahremiyet” konusuna ayrılmış. Zaten yazarın bu konuda editörlüğünü yaptığı müstakil bir kitabı da bulunuyor[4]. Dijital Çağda Müslüman Kalmak kitabı da mahremiyetin aldığı biçimi derinlemesine inceleniyor. Görmenin ve görülmenin tarihsel serüveninden yola çıkan yazar, gören ile görülen arasındaki iktidar ilişkisini gündeme getiriyor bu bölümde. Geçmişte “görünmeyen ve gören” olmak bir iktidar göstergesiyken, bugün artık görülmek ve gözetlenmek insana itibar kazandırıyor. Bu durum öyle bir biçim alıyor ki, birey gittiği konseri ya da tiyatro oyununu, hatta ibadetlerini bile sosyal medyada paylaşıp takipçilerinden bir nevi “onay alma” gereksinimi hissediyor[5]
Mahremiyet kavramı geleneksel toplumda, bireyin koruması gereken başlıca unsurlardan biri olarak konumlandırılmaktaydı. Gerek inançlar, gerek gelenekler, “evin içinde olanı dışarı yansıtmama”, “bedenin gizliliğini koruma” gibi birçok konuda kurallar koymaktadır. Kur’an-ı Kerim’de de “Birbirinizin gizli kusurunu araştırmayın”[6], “Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve sahiplerine selam vermeden girmeyin.”[7] gibi ayetler, mahremiyetin önemine ve sınırlarına vurgu yapmaktadır. Oysa günümüzde mahremiyet, inancı ya da kültürel yapısı ne olursa olsun, görünür olmak adına ödenebilecek küçük bir bedel olarak konumlandırılmakta insanlar tarafından. Mahremiyeti beden ile sınırlı tutmayıp mekân ve bilgi mahremiyetini de hesaba katacak olursak, aslında görünür olmak için feda edilen şey, hiç de göz ardı edilebilecek bir bedel değildir.
Kitabın üçüncü bölümü, teknoloji ile kültür arasındaki ilişkiye temas ediyor genel olarak. Yazılı kültürden görsel kültüre geçen dünyada eski kalıplar, yeni durumları karşılayamıyor ve bu da her yönüyle bir çatışmaya yol açıyor. Sözgelimi bir ilahiyatçının, normalde bir ilim meclisinde, o ilimlere vakıf olanlara karşı yapması gereken bir konuşmayı, YouTube hesabında belirsiz kitlelerin önünde yapması, mesajın anlaşılmamasına ya da yanlış anlaşılmasına, buna bağlı olarak çarpıtılmasına sebep olabiliyor ki, bunun örneklerine sık sık rastlayabiliyoruz. Bu yönüyle her yeni teknoloji aslında kendi dili ve yapısıyla hayatımıza dâhil oluyor ve içeriği de kendi yapısına göre biçimlendiriyor. Bu da “eğitim” gibi geleneksel kavramları yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılıyor. Yazar da bu noktada “muhtevayı değiştirdiğimizde sorun çözülür mü?” sorusunu yöneltiyor okuruna ve yeni bir tartışma alanı açıyor[8].
Dijital dünyanın hayatımızdaki en önemli temsilcisi artık bilgisayar değil, akıllı telefonlar. İnternete erişmek için dahi akıllı telefonlar bilgisayardan daha fazla kullanılıyor artık[9]. Cami girişlerinde sıkça rastladığımız “Hak ile irtibata geçmek için halk ile irtibatı kes” mesajlı cep telefonu kullanım uyarıları, aslında telefonlarla da önemli bir imtihanda olduğumuzu gösteriyor. Özellikle akıllı telefon, bulunduğumuz zaman ve mekândan bağımsız olarak, başka bir yerde ve zamanda olmamızı sağlayan bir araç[10]. Oysa insan önce kendi zamanına ve çevresine karşı sorumluluk taşıyor. Dolayısıyla akıllı telefonlar, bu yönüyle sorumluluktan kaçışın da önemli bir enstrümanı. Yazar, kitabında akıllı telefonlarla ilişkimizi de gözden geçirmemizi, akıllı telefonu hayatımızda nasıl bir noktaya yerleştirmemiz gerektiğini sorguluyor.
Yazar, kitap boyunca bir arayışın peşinde. Dijital çağda kimliğimizi koruyarak var olabilmemiz ne ölçüde ve ne şekilde mümkün? Böyle geniş kapsamlı bir soru, tek başına bir kitapla ya da ciltler dolusu yayınla yanıtlanabilecek bir soru değil. Yeni teknolojilerle kimliğimizi koruyarak ilişki içerisinde bulunmak tüm zamanların sorunu. Özellikle de teknolojik gelişmelerin hiç olmadığı kadar hızla hayatımıza dâhil olduğu günümüzde bu sorun, birçok problemden daha önde duruyor. Dijital dünyanın getirdiği ahlâk sistemini sorgulamak ve onu insanileştirmek hepimizin boynunun borcu.
Hazırlayan: İsmail Kaplan
“İnsanın uzantıları” olan teknolojiler, ilk insandan günümüze hayatımızın içinde. “Saban”dan “yapay zekâ”ya kadar her teknoloji az ya da çok yaşantımızı etkiliyor ve belirliyor. Postman’ın deyimiyle yeni bir teknolojinin hayatımıza girmesi, var olan ortama, değerlere, kültürlere “bir şey” eklenmesinden fazlasını ifade ediyor; o, yeni eklenen “şey” bütün çevremizi yeniden biçimlendiriyor[1].
Batılı kavramların hayatımızda egemen olduğu takriben son 300 yıl boyunca Müslümanlar, hayatlarına yeni giren teknolojiler ile nasıl bir ilişki içerisinde bulunmaları gerektiği üzerine düşündüler. Muhafazakâr bir kesim her türlü yeniliği reddedip ona kapılarını kapatırken, yenilikçi bir grup tüm teknolojileri ve değerleri birebir kopyaladı. Bu iki uç arasında yer alan çoğunluk ise bir ölçü dahilinde kalmaya çalıştı. Kimisi Batı’nın ilmini alıp ahlâkını almamaktan bahsetti, kimisi ise “asrın idrakine İslâm’ı söyletmekten.” Sonuçta bugün Müslümanlar olarak, bizim dışımızda, farklı bir kültürel yapının ve anlayışın inşa ettiği bir dünyada İslâm’ı doğru biçimde yaşamaya çalışıyoruz.
Nazife Şişman’ın Dijital Çağda Müslüman Kalmak kitabı[2], günümüz dünyasının en önemli gündemlerinden olan “bilgisayar ve internet teknolojileri ile kurduğumuz ilişkiyi” ele alıyor. “Bildiğimiz Kitabın Sonu”, “Dijital Çağda Gören Kim, Görünen Kim?” ve “Teknolojinin İnşa Ettiği Yeni Kültür” adlı üç ana başlık altında toplanıyor kitaptaki yazılar.
İlk bölümün ana teması, eğitim, bilgi, kitap gibi kavramların, bilgisayar ve internet teknolojileri ile birlikte bugün nasıl ele alındığı ve anlaşıldığı. 15. yüzyılda matbaanın icadı, bilgi ve bilmek kavramlarına yaklaşımı köklü bir biçimde etkilemişti. İslâm dünyasında yaygın eğitim yöntemi olan “bir kitabı bir âlimden okumak” yaklaşımı uzun zaman geçerliliğini korusa da, kitabın iki kapak arasına girip kolayca basılması ve dağıtılması, zamanla bireysel okumanın önünü açtı. Bugün ise bilgiye hiç olmadığı kadar hızlı erişme imkânına sahibiz. Bu ilk bakışta olumlu bir gelişme gibi görülebilir fakat yeni zamanlarda eski kavramları olduğu gibi ele almak yanıltıcı olacaktır. Sözgelimi internet ortamında bilgiler; doğruluğa, bir konudaki uzmanlığa ya da o alanda alınmış icazete göre değil, kitlelerin beğenisine göre sıralanır: çok tıklananlar en üstte, daha az tıklananlar daha aşağıda[3]. Dolayısıyla kitlelerin teveccühünü kazanabilecek bilgi, “doğru” bilgiden daha fazla itibar görüyor dijital dünyada. Diğer yandan internetin hızı, fiziksel dünyadan çok daha fazla. Bu durum insanlarda dikkatin yoğunlaşmasını zorlaştırırken, uzun ve derinlikli metinlerin/konuların göz ardı edilmesini, 280 karakterlik tweetlerin daha cazip görülmesini beraberinde getiriyor. Bu yüzeysellik ise zamanla anlam kaymalarına yol açtığı gibi, ilmi bir yaklaşımın kolayca itibarsızlaştırılmasına neden olabiliyor.
Kitabın ikinci bölümü “mahremiyet” konusuna ayrılmış. Zaten yazarın bu konuda editörlüğünü yaptığı müstakil bir kitabı da bulunuyor[4]. Dijital Çağda Müslüman Kalmak kitabı da mahremiyetin aldığı biçimi derinlemesine inceleniyor. Görmenin ve görülmenin tarihsel serüveninden yola çıkan yazar, gören ile görülen arasındaki iktidar ilişkisini gündeme getiriyor bu bölümde. Geçmişte “görünmeyen ve gören” olmak bir iktidar göstergesiyken, bugün artık görülmek ve gözetlenmek insana itibar kazandırıyor. Bu durum öyle bir biçim alıyor ki, birey gittiği konseri ya da tiyatro oyununu, hatta ibadetlerini bile sosyal medyada paylaşıp takipçilerinden bir nevi “onay alma” gereksinimi hissediyor[5]
Mahremiyet kavramı geleneksel toplumda, bireyin koruması gereken başlıca unsurlardan biri olarak konumlandırılmaktaydı. Gerek inançlar, gerek gelenekler, “evin içinde olanı dışarı yansıtmama”, “bedenin gizliliğini koruma” gibi birçok konuda kurallar koymaktadır. Kur’an-ı Kerim’de de “Birbirinizin gizli kusurunu araştırmayın”[6], “Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve sahiplerine selam vermeden girmeyin.”[7] gibi ayetler, mahremiyetin önemine ve sınırlarına vurgu yapmaktadır. Oysa günümüzde mahremiyet, inancı ya da kültürel yapısı ne olursa olsun, görünür olmak adına ödenebilecek küçük bir bedel olarak konumlandırılmakta insanlar tarafından. Mahremiyeti beden ile sınırlı tutmayıp mekân ve bilgi mahremiyetini de hesaba katacak olursak, aslında görünür olmak için feda edilen şey, hiç de göz ardı edilebilecek bir bedel değildir.
Kitabın üçüncü bölümü, teknoloji ile kültür arasındaki ilişkiye temas ediyor genel olarak. Yazılı kültürden görsel kültüre geçen dünyada eski kalıplar, yeni durumları karşılayamıyor ve bu da her yönüyle bir çatışmaya yol açıyor. Sözgelimi bir ilahiyatçının, normalde bir ilim meclisinde, o ilimlere vakıf olanlara karşı yapması gereken bir konuşmayı, YouTube hesabında belirsiz kitlelerin önünde yapması, mesajın anlaşılmamasına ya da yanlış anlaşılmasına, buna bağlı olarak çarpıtılmasına sebep olabiliyor ki, bunun örneklerine sık sık rastlayabiliyoruz. Bu yönüyle her yeni teknoloji aslında kendi dili ve yapısıyla hayatımıza dâhil oluyor ve içeriği de kendi yapısına göre biçimlendiriyor. Bu da “eğitim” gibi geleneksel kavramları yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılıyor. Yazar da bu noktada “muhtevayı değiştirdiğimizde sorun çözülür mü?” sorusunu yöneltiyor okuruna ve yeni bir tartışma alanı açıyor[8].
Dijital dünyanın hayatımızdaki en önemli temsilcisi artık bilgisayar değil, akıllı telefonlar. İnternete erişmek için dahi akıllı telefonlar bilgisayardan daha fazla kullanılıyor artık[9]. Cami girişlerinde sıkça rastladığımız “Hak ile irtibata geçmek için halk ile irtibatı kes” mesajlı cep telefonu kullanım uyarıları, aslında telefonlarla da önemli bir imtihanda olduğumuzu gösteriyor. Özellikle akıllı telefon, bulunduğumuz zaman ve mekândan bağımsız olarak, başka bir yerde ve zamanda olmamızı sağlayan bir araç[10]. Oysa insan önce kendi zamanına ve çevresine karşı sorumluluk taşıyor. Dolayısıyla akıllı telefonlar, bu yönüyle sorumluluktan kaçışın da önemli bir enstrümanı. Yazar, kitabında akıllı telefonlarla ilişkimizi de gözden geçirmemizi, akıllı telefonu hayatımızda nasıl bir noktaya yerleştirmemiz gerektiğini sorguluyor.
Yazar, kitap boyunca bir arayışın peşinde. Dijital çağda kimliğimizi koruyarak var olabilmemiz ne ölçüde ve ne şekilde mümkün? Böyle geniş kapsamlı bir soru, tek başına bir kitapla ya da ciltler dolusu yayınla yanıtlanabilecek bir soru değil. Yeni teknolojilerle kimliğimizi koruyarak ilişki içerisinde bulunmak tüm zamanların sorunu. Özellikle de teknolojik gelişmelerin hiç olmadığı kadar hızla hayatımıza dâhil olduğu günümüzde bu sorun, birçok problemden daha önde duruyor. Dijital dünyanın getirdiği ahlâk sistemini sorgulamak ve onu insanileştirmek hepimizin boynunun borcu.
[1] Postman, N. (2013). Teknopoli. Sentez Yayınları. s. 22
[2] Şişman, N. (2016). Dijital Çağda Müslüman Kalmak. İstanbul: İnsan Yayınları.
[3] Şişman, N. (2016). s. 19-24
[4] Şişman, N. (Ed.). (2019). Mahremiyet & Hayatın Sırları ve Sınırları. İstanbul: İnsan Yayınları
[5] Şişman, N. (2016). s. 104
[6] Hucurat, 49/12
[7] Nur, 24/27
[8] Şişman, N. (2016). s. 112
[9] https://wearesocial.com/blog/2019/10/the-global-state-of-digital-in-october-2019 (Erişim tarihi: 11 Kasım 2019)
[10] Şişman, N. (2016). s. 123
Harika bir yazı olmuş. En kısa zamanda söz konusu kitabı okuma isteği oluşturdu ben de. "İnsan önce kendi zamanına ve çevresine karşı sorumluluk taşıyor. Dolayısıyla akıllı telefonlar, bu yönüyle sorumluluktan kaçısın da önemli bir enstrümanı." tespitine bayıldım. Yazının final cümlesi de bir o kadar etkileyici: "Dijital dünyanın getirdiği ahlak sistemini sorgulamak ve onu insanileştirmek hepimizin boynunun borcu."