Her gün ortalama 3-4 saatimizi herhangi bir gayeye matuf harcadığımız bir çerçeve. Boyutları, görüntü kalitesi, mekansal konumu farklı olsa da, kullandığı ortak bir dili ve bu dil aracılığıyla anlamlandırılarak yaşamımıza yansıyan içerikleri barındırıyor. Belgeselden reklama, çizgi filmden siyasi tartışmaya, yarışmadan dini temalı programlara, yelpazesi tarihi boyunca genişleyen metinler bütünü: Televizyon. Parçalı, ayrıştırılmış buna karşın kaynaştırılmış bir dil, parçalı bir bütün. Televizyon Dilindeki İslamböylesi bir bütünde, televizyon diliyle İslam’ın nasıl anlatıldığını, anlatılması gerektiğini aktarıyor bizlere.
Eleştirel bakış, farklı biçimlere, düşüncelere, akıl yürütmelere imkan tanır. Bostancı kitapta medya ve din ilişkisine genel olarak eleştirel bakışıyla, zihinlerdeki bazı kalıpların üzerine gidiyor. Böylelikle medya ve din ilişkisinde, medyanın egemenliğinin daha baskın olduğunu kitap boyunca sunduğu düşünceleriyle okuyucu ilgisine sunuyor . Bununla birlikte ekliyor: “Kestirme bir hükümle İslami öğreti-medya ilişkisinin asla mümkün olmadığı iddiasında değiliz; sadece bu format değişikliğinin üzerinde dikkate alınması gereken bir fark yaratacağı ve bunun izlenmesi gerektiğini söylemekteyiz (44). Eleştirileri, her şeyden önce, anlam-araç ilişkisi konusunda bir kez daha düşünmeye, bu ilişkiyi sorgulayarak davranmaya yönelik bir çağrı olarak görmek gerek (49).” Okuduğu kitaplarda, önemli gördükleri cümlelerin altını çizen okurların, kitabın bir karalamaya dönüşme ihtimalini göze almaları gerekiyor.
Kitap M.Naci Bostancı’nın 9 makalesinden oluşuyor ve her biri televizyon ve toplum ilişkisini “anlam-araç”, “teknik-bilme biçimleri” paydasında ele alıyor. Burada “İslam ve medya” ilişkisinin irdelendiği makalelere yer verilecektir.
Teknoloji ve iktidar
Kitaba ismini de veren “Televizyon Dilindeki İslam” makalesinde Bostancı, televizyonun bir teknoloji olarak “bilme biçimlerimiz üzerindeki etkisini” tartışır ve televizyon yayıncılığının ne tür bir İslami söylemi kışkırttığı hakkındaki bazı görüşlerini ileri sürer (4).
İlk görüş, teknoloji ve iktidar ilişkisi üzerinedir. “Öteki”nin teknolojisini temin etme gereksinimi zaman içerisinde yükselir. Zaruretten ziyade bir ihtiyaç haline gelir ki, o teknolojiyi “günah” olduğu gerekçesiyle almak istemeyen geniş kitleler dahi, ondan uzak kalamazlar. Bu durumda, çıkış yolu olarak söylenen şey: “Biz onu alıyoruz, ama kendimizden bir şey kaybetmiyor, onu kendi değerlerimiz içerisinde eritiyoruz”dur. Bu bir nevi “teknoloji” ve “iktidar” arasındaki bağı oluşturur. Bostancı, televizyon teknolojisi ve iktidar ilişkisinde, tahakkümün genellikle teknoloji olduğunu belirttiği paragrafta şunları söyler:
“Modernleşme sorunuyla karşı karşıya olan ve kendilerine örnek model olarak batılı modernleşmeyi seçen öteki ülkeler; kendi tarihi kültürel müktesebatları ile bu yeni dünyanın omurgasını oluşturan teknolojiler arasında bazı açmazlar gözlemlediklerinde, popüler bir çözüm yolu olarak şu anlayışı dile getirmişlerdir: Biz onların teknolojilerini alacağız, ama yine de kendimiz kalacak, teknolojinin maddi varlığına kendi bilgimizi ve tarzımızı yerleştireceğiz. Teknoloji insan ilişkisinde, Ortaçağ Kilise kurumunun kendi iktidarına karine olarak gösterdiği ayırıma akraba bir tasavuurla bakmak ilginç olacaktır. Kilise esasen maddi şartlar itibariyle doruğuna ulaştığı kudretine dini gerekçelerle kazandırmaya çalıştığı meşruiyeti şöyleydi: İnsan beden ve ruhtan müteşekkildir; bedenin davranışını ruh belirler, beden ruhun iktidarı altındadır; öyleyse bedene benzeyen dünyevî iktidar da ruhanî kudretin yani kilisenin yönetimi/denetimi altında olmalıdır. Kilisenin bu tezi bir çok bakımdan eleştirilebilir; ancak konumuzla ilgisi bakımından söylenecek olan şudur: Adeta her tür iktidar ilişkisinin dışında bir yerde ilahiliği temsil iddiasındaki kilise, dünyevi alanda egemen bir güç olduktan sonra, halen aynı – soyut – yerde durduğunu söyleyemez. Bu ilişki iki taraflı sonuçlar doğurur; ruh ve bedeni biçimlendirdiği gibi, beden üzerindeki iktidar da ruhu derinleştirir, dönüştürür, ayartır ve baştan çıkarır. Nitekim Ortaçağ dönemi kilise iktidarının tahakkümünü korumak ve sürdürmek için hangi maddi ve ideolojik araçları kullandığı malumdur. Kilise kararlarına tartışılmazlık bahşeden yüksek otoritesinin tesisi için hayli etkileyici bir şekilde kulanılan engizisyon mahkemeleri, işkenceler, aforoz kurumu, endülüjans vs. bu manada hatırlanmalıdır. Bundan hareketle, kimi gelişmekte olan ülkelerde, halk nezdinde popüler olan Batıdan teknoloji almak ve onun üzerinde iktidar kurarak – ondan hiç etkilenmeyecek – “öz”ümüzün hizmetine seferber etmek fikrinin onur kurtarıcı ancak tutarsız bir fikir olduğunu söylemek mümkündür. Alınan teknoloji, toplumsal ve kültürel bağlamı değişse bile bazı karakteristik değerlerini ilişkide bulunduğu çevrelere taşıyacak, onlara yeni bir bakış açısı yeni bir ritm, yeni bir anlayış verecektir. Böylelikle teknoloji üzerinde iktidar kurma fantezisi, belli ölçüde tersine bir dalgaya maruz kalacak, kullananlar ondan derin bir şekilde etkilenecektir (5-6).”
Televizyonun dini olana etkisi
Bostancı, televizyon dine ilişkin etkisini iki eksende değerlendirir. 1) Televizyon yayınlarında konu olan dini programları üzerinden din anlayışının etkilenme biçimi. 2) Televizyon yayınları nedeniyle insanın kavrama, yorumlama melekelerinde meydana gelen değişimlerin dini kavrayış üzerine etkisi (17).
Televizyondan belirli gün ve saatlerde dini programların yayınlanması, anlatılan konu, verilen bilgilerden öte, hayatın tıpkı televizyon programları gibi bölümler halinde algılanmasına destek vermektedir. Bir dini programdan önce yarışma programı, Pazar günü eğlenceleri, içinde şiddetin, avantürün olduğu bir film ya da reklamlar gelebilmekte, yine programdan sonra da aynı türden yapımlar “müteakiben” beyaz camda yerini alabilmektedir. İzleyicilerin televizyonun bütününü gördüklerinde zihinlerde şu yerleşecektir. Evet, din hayatımızın bir parçasıdır, biz onun gereklerini belli zamanlarda çeşitli ritüellerle yerine getiririz, sonra ise yine kendi hayatımıza döneriz. Tıpkı TV yayınları gibi. Böylelikle dini anlayışın tüm hayatla ilişkisi yerine, kimi vakitlerin dinileştirilmesi, diğerlerinin ise dünyevileştirilmesi diyebileceğimiz bir zımni hal egemen hale gelmektedir. Üstelik bu ayrımın referanslarının kaynağı da yine dini olmaktan çok televizyon yayıncılığının ilettiği görme biçimleridir (17-18).
Dini programlar, günah çıkarma ritüeline dönüşme istinda mıdır?
Televizyon yayınlarındaki dini programlar, aleniyette izleyicilere fikirler iletecek programlar olarak görülmekle birlikte, gerçekte bunlar, hemen herkesin gizil günah çıkarma ritüellerine dönüşme istidadındadır. Bu programlar, kendilerinden beklenen işlevin ötesinde salt bu baştan çıkarıcı teknolojinin dünyasındaki varlığıyla hepimizin Müslüman oluşunu garanti altına almakta, şöyle bir göz atıp aceleyle geçtiğimiz soluk görüntüsüyle elan iman etmişliğimizi – buna ilişkin kuşkuyu daha derinlere iteleyerek – kamu aleme duyurmaktadırlar... (19).
“Televizyon, dini konuları fikri arka plandan kopartır”
Televizyonun dini konular üzerindeki etkisinden birini de, eleştirel akıl yürütme ekseninde ele alır Bostancı. Dini konuların her dönemde, farklı toplumsal ve politik konumlara sahip olanlar tarafından, kendi vaziyetlerini meşrulaştıracak şekilde özel türden bir anlatıma söz konusu olduğundan bahsederek sözü televizyona getirir ve şöyle devam eder:
“Televizyonun buna getirdiği önemli farklılık, bu tartışmaları magazinleştirmesi, fikri arka plandan kopartması, eleştirel bir akıl yürütmeye uygun olmayan tarzda fragmanlara dönüştürmesidir. Halifenin sarayında bir araya gelen farklı dini anlayış sahiplerinin ya da farklı dine inananların ortak bir bağlam etrafında tartışması ile, televizyonun ancak skanyal eksenindeki anlatımı arasında derin bir mahiyet farkı vardır. Ayrıca televizyon kanalları, kendi meşreplerince “aynı” dini, birbiriyle teması olmayan katmanlara bölmekte, bir tür gettolar oluşturmakta, magaziner üsluplarıyla da asık ekseninder uzaklaştırmaktadırlar(24-25).
Kitabî bilgi ve televizyon bilgisi arasındaki fark
Bostancı, televizyonun dini konuları işlemesinin kitleler üzerindeki etkisini iki kısma ayırır: Birincisi katmanlara ayrılmış, üstelik iyi işlenmemiş, kışkırtıcı bir dille kurgulanmış anlatımlardan birisine yakınlık duymak, dini anlayışını temsil eden bir söylem olarak kabul etmek. İkincisi ise şifahi ve yazılı bir kültürün canlılığı ile sistematiğe sahip dinin anlam dünyası yerine seyirlik kültürün sığ söylemini ikame etmek.” Der ve devam eder.
Üstelik televizyon dilinin en önemli niteliği geri beslemenin olmamasıdır. Bir kitap okunduğunda sorular başka kaynaklara başvurularak cevaplanmaya çalışılır, birisiyle konuşulduğunda o anda sorular dile getirilir ve öğrenme dinamik bir akış içinde sağlanır; oysa televizyonun izleyiciye ilettiği sadece kendi uygun gördükleridir, orada konuşana sorular soramazsınız, televizyonun dili gerçek bir değildir. İzleyicilerin zihinlerinde beliren cevapsız sorular sonradan unutulsa bile, öğrenilenin sistematiği içinde birer kara delik olarak varlıklarını devam ettirirler (25).
Televizyon bir teknoloji olarak içerdiklerini kayıtsız şartsız kendi formatığı dönüştürdüğü düşüncesi ve insanın hiçbir inisiyatifinin bulunmadığı kabul edilemez. Ancak bu inisiyatifin sınırları nedir? Yahut, kim, hangi şartlarda, nasıl bir bilinçle ve nereye kadar televizyon yayınlarına müdahil olabilir? Hiç şüphesiz varolan bu inisiyatif alanını ideoloji, entelektüel güç, iktidar ilişkileri ve nihayet televizyon yayınlarının niteliğine ilişkin eleştirel düşünceler belirleyecektir (28).
Tebliğ ve Medya: İmkan ve Sınırlar
Bostancı, kitaptaki ikinci makalesinde, “Tebliğ ve Medya” ilişkisini irdeler ve bağlama ilişkin dikkat çeken cümlesi şudur:
“Birebir ilişki içinde dile getirilen bilgi ile alıcısı belli olmayan bir piyasaya sunulan bilgi, azlık seçkin bir kadroya aktarılan bilgi, yahut çok daha geniş bir kitleye ulaştırılan bilgi, kaynağı itibariyle aynı olsa bile anlatımının biçimi, temaları, takdim etme şekli itibariyle farklılaşır” (33). Bunu İslam’ın vaaz formatıyla medyadaki dini içeriklerin sunulmasıyla karşılaştırarak şunları kaydeder Bostancı:
“Her tekniğin kendine has bir diskur biçimine, anlam bağlamına, ilişki ağına, özellikleri çerçevesinde öne çıkarttığı temalara sahip olduğu açıktır. İslam’ı vaaz formatı içinde başkalarına anlatanlar arasında herkesin şahit olduğu iki ayrı karakteri “korkucu yahut sevdirici” temaları öne çıkartanlar olarak ifade edebiliriz. Her ikisi de aynı kaynaktan beslenmekle birlikte, kimlikleri, seçici okumaları, anlamaları yorumlamaları onları anlatıcı olarak farklılaştırmaktadır. Burada genel toplumsal iklimin, vaaz edenleri olduğu kadar dinleyenleri de “korkutucu ya da sevdirici” eksenlerden birine yakınlaştırdığı hususunda da ayrıca dikkat etmek gerekir. Büyük toplumsal dramların yaşandığı dönemlerde “dehşet” temasının, buna karşılık toplumsal sevinçlerin yaşadığı dönemlerde “mutluluk” temasının öne çıkması vaazları da genel iklime uygun hale getirmektedir(35).
Gazete bir tebliği aracı olabilir mi?
Bugün farklı ekollerdeki, “İslamî” medya kuruluşlarının pek çoğu, esasen bir alternatif düzen oluşturmak üzere kurulmuşlardır. Bu alternatifin temelini de “tebliğ” misyonu oluşturmaktadır. Peki gazeteler bir tebliğ aracı olabilir mi? Bostancı’nın kitap boyunca takındığı eleştirel perspektif burada da göze çarpmaktadır. Şunları söyler, gazete ve tebliğ ilişkisi üzerine:
Gazetenin bir tebliğ aracı olarak düşünülmesi esas itibariyle “bilgi”nin olabildiğince fazla sayıda insana iletilmesi, bunların güçlü bir kamuoyu oluşturması, ilgili ülkedeki iktidar mücadelesinde İslami hassasiyetlerin takipçileri olmaları, rızaya dayalı İslami bir oydaşmanın sağlanması, insanların çeşitli sorunlar hakkında aydınlanmaları gibi amaçlara yöneliktir. Yine bu çerçevede gazetenin bir okul olması, başkalarına öğretmek için yola çıkan gazete kadrosunun bu süreçte elişleşmesi ümit edilen sonuçlar arasındadır. Sadece İslam coğrafyasında değil, dünyanın her yerinde muktedirler kadar rayiç değerlere eleştirel mesafeden bakanlar, alternatif dünya tasavvurlarına sahip bulunanlar görüşlerini kitlelere iletmek için öncelikle gazetelere başvurmuşlardır. Müslümanların Cezayir’den Pakistan’a kadar her yerde, gazete üzerinden kendilerini takdim etmeleri şaşırtıcı değildir. Ancak bu teknoloji, formatı dolayısıyla kendisinden ümit edilen sonuçlar kadar üzerinde düşünülmesi, endişe edilmesi gereken alternatif sonuçları, eleştirel bir bakışa ihtiyaç hisseden tecrübeleri ortaya koyar. Mesala Mısır’da 1928’de ortaya çıkan “Müslüman Kardeşler” isimli siyasal hareketin tarihi, temel yaklaşımları ile kitle iletişim tekniklerini kullanmaları arasında spekülatif ilişkiyi analiz edecek bir okuma ile değerlendirilecek olunursa, “modern zamanlardaki tebliğ” konusunda son derece öğretici sonuçlar elde edilebilir. Toplumu erdemli kılarak bu cemaatten iyi bir devet doğmasını ümit eden Müslüman kardeşler, zamanla tam tersi bir projenin sahibi haline gelmişler, ahlakiliği tartışmalı muameleleri maruz kaldıkları gibi, yine aynı türdeki yöntemlere başvurmaktan çekinmemişlerdir (40-41).
Tebliğ “mesaj”, haber “okuyucu” eksenlidir
Bostancı, kitaptaki ilk makalesinde kullandığı “bilme biçimlerini” burada da ödünç alarak, tebliğ ve haberciliğin farklı hitap biçimlerine atıfta bulunur. Habercilik ile tebliğ arasındaki farkları şöyle açıklar:
“İslami episteme ile bir teknoloji olarak gazete arasında her şeyden önce “bilme biçimi” itibariyle derin bir fark mevcuttur. Gazetecilikte “habercilik yapmak” diye bir deyim vardır. Habercilik yapmak, olağanın, kendi akışının dışına çıkartılarak, hatta bağlamının ötesine taşınarak kimi unsurlarının abartılı bir şekilde öne sürülmesi, böylelikle ona esasen kendisinde olmayan bir ilgi çekicilik kazandırılması olarak da anlaşılmaya ve uygulamaya müsaittir. Böylelikle “olduğu” gibi verildiğinde okuyucu dünyasında dikkat çekmeyecek bir konu haber haline dönüştürülmektedir. Gazetenin, konusu din olduğunda karakteristik haber yapma tavrının dışına çıkması, farklı bir aracıya dönüştürmek istenen İslamî tebliğin “içeriği”, mesajın kendisinden çok “habercilik yapmak” adına okuyucu eksenli hale gelecektir. İslamın ne olduğundan çok okuyucunun ne anlayabileceğine ayarlı bir anlatımı zorlayan gazetenin, tebliğde ciddiye alınması gereken bir potansiyel tehlikeyi barındırdığı aşikardır (42).
Bostancı’nın gazete ve tebliğ arasındaki ilişkiye eleştirel bakışı şu satırlarda daha net ortaya çıkmaktadır:
Gazete, “güncel”de yer alan çeşitli konuları okuyucularına iletmek zorunda olan bir aracıdır. Siyaset, iktisat, spor, magazin belli başlı temalardan bir kaçıdır. Konuların farklılığı gazeteye fragmante bir görünüm kazandırır. Eline gazeteyi alan okuyucu, bir siyasi liderin turizm üzerine görüşlerinden cinayet haberlerine, futbol karşılaşmalarından müzik dünyasına, nihayet İslamla ilgili çeşitli konulara kısa bir süre içinde peş peşe göz atmak durumunda kalacaktır. Bu geçişler okuyucunun bilme biçiminde tüm haberlerin eşdeğerliliği gibi bir etki yaratacak, Peygamberin bir hadisini okumanın ardından domatesin pazarda kaç liraya satıldığını öğrendiğinde anlatılanlar arasında bir anlam ve mahiyet farkı gözetemeyecektir.
“Gazete üzerinden iletilen İslamî bilgiler, zihinlerde muallakta kalacaktır”
“Yarım doktorluk insanı candan yarım hocalık dinden eder” diye bir atasözü vardır. Gazete üzerinden okuyuculara iletilen İslamî bilgiler, bir gazetenin kaldıramayacağı o yüzden de iletemeyeceği arka planından yoksun oldukları için okuyucu zihinlerinde muallakta kalacaklar, kendilerine dayalı yeni çıkarsamalara sebebiyet vermeleri de kaçınılmaz olduğu için, yanlış yorumların müsebbipleri haline geleceklerdir. Modern zamanlar, kitle iletişim araçlarının “enformasyon” taşıyıcılığı sebebiyle hayli geçniş bir kitlenin kendini fikir ve yorum sahibi sanmasını sağlayacak bir atmosfer oluştururlar (42).
Çeşitli anlayış ve meşrepte pek çok gazete özellikle Cumhuriyet döneminde yayın hayatına atılmıştır. Genellikle sağ tandanslı gazeteler, muhafazakar politikalarının bir uzantısı olarak İslam konusunda dikkatli, sıcak, hatta kimi zaman “tebliğci” bir tarzı benimsemişlerdir. Burada yakın dönemdeki Yeni İstanbul, Tercüman, Türkiye, Zaman, Yeni Şafak, Akit gazeteleri akla ilk gelen örneklerdendir. Bu gazetelere ilişkin dikkat çekici bir durum, tebliğci bir tarzda İslama yer verdiklerinde bir “gazete” olarak ağırlıklarını işlevlerini yitirdikleri, gazete olmaya yöneldiklerinde ise “İslam” eksenindeki fikir ve sorunlara daha dolaylı bir şekilde baktıklarıdır. Buradan çıkarılacak sonuç, bir ekol oluşturma, yorumlar geliştirme, bir tarzı takdim etme anlamında İslamın tebliğinde gazetenin anlamlı bir rol üstlenemeyeceğidir.
Diğer yandan “tebliğ”den daha çok, belli bir politik amacın gerçekleştirilmesi için İslamı yankılayan ateşli bir dille kitleleri harekete geçirme konusunda, gazetenin son derece etkili kullanımının mümkün olduğu malumdur. Cezayir’den Hindistan’a kadar Müslümanların bulunduğu ve amaçları, yaklaşımları konusundaki tartışmalar saklı kalmak kaydıyla politik bir tutum sergiledikleri her yerde, bu hareketlere eşlik eden gazeteler olmuş ve politik performansı artırıcı bir rolü yerine getirmişlerdir (45).
Bostancı bu makalesinde, radyo, dergi ve 90’larda zirve yapan tebliğ kasetlerini de ele alıyor.
“Din adına konuşmak, son derece yüksek bir hassasiyet gerektirir”
Üçüncü makale, “Daha Çok Teoloji Değil Daha Çok Sosyoloji” başlığı taşıyor ve İslam’ın nihayetinde “insan”a seslendiğinden bahisle, sosyolojinin önemsenmesi gerektiği vurgusu taşıyor.
Bostancı aslında, sunduğu eleştirilerin temelini kitabın ortalarında izah etmektedir. Ona göre “Din adına konuşmak şüphesiz son derece yüksek bir hassasiyet gerektirir. İslam üzerine söz söylerken ya da yazarken, doğru ve yanlış alanları (bir kaygı olarak) ayırt eden hayali bir hattın zihinlerde sürekli canlı tutulduğu söylenebilir. Bu endişe, alenileşmiş ve meşruiyet kazanmış bir dini yoruma, ya da Thomas Kuhn’a atıfla paradigmaya eklemlenme rahatlığının tercih edilmesine neden olabilmektedir (57).”
Din başlığı altındaki alan namına ifade edilenler her ne olursa olsun, son tahlilde onları anlamlandıran, pratiğe taşıyan ve belli içsel süreçlerle yaşantılayan insandır. O yüzden “yaşayan, dinin faili olan insan” üzerine dikkat çekmek amacıyla hayli abartılı bir şekilde şunu söylemek mümkündür: “Din adına konuşurken, eğer konuşanlar, hatadan yani tarihsellikten münezzeh kutsal kişiler değilse, hem konuşan hem de üzeine konuşulan kendi tarihsel hikayesini teoloji bağlamına taşıyor demektir” Yani, son tahlilde, İslam adına yapılanlar ve konuşulanlar, teolojinin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkanlar değildir; aksine onların kühnüne varabilmemiz, işin teolojik yanıyla birlikte ancak öncelikle sosyolojik hikayesine ilişkin hiyeroglifi okumamızdan geçmektedir (58).
Televizyonun etkisi
“Temelde üç ayrı kültürel evreden bahsedilir: Şifahi kültür, yazılı kültür ve nihayet seyirlik kültür. Bunların her biri dünyanın tahayyülünde kendisine has bir bağlama sahiptir. Mesela şifahi kültür evresinde dil, kolektif belleğin sürekli canlı tuttuğu söz kalıpları üzerine oturur. Konuşmalar, bireysel düşünüşün ürünü olmaktan çok miri malı bir söz dağarının içinden seçilip alınan söz kalıpları çerçevesinde yapılır...Yazılı kültür, kişinin hayatla ilişkisini ve dünya tahayyülünü radikal bir şekilde değiştirmiştir. Sanders’e göre, bireyselleşmiş özerk bir benlik ancak okur yazarlıkta, alfabeleştirilmiş yaşamlarda mümkündür... Bugün seyirlik kültürün de benzeri bir etki yaptığını görüyoruz. Televizyonlar, analitik düşünmeye, böyle bir düşünme biçimi için gerekli olan kavramları bilmeye gerek duymayacak şekilde basitleştirilmiş bir hayat felsefesini popüler bir tarzda kitlelere aktarabiliyorlar. Kısa vadede televizyon teknolojisinin bizim üzerimizdeki etkisi çok tartışılabilir; fakat uzun vadede yaşama biçimimize yeni bir veçhe kazandırdığı aşikardır. Bu üç evrenin her biri üzerindeki insan, şüphesiz hayatla ilişkisini olduğu kadar İslam’ı hayal etmesini de bu evrelerin karakteristikleri üzerinden yapacaktır ve her bir tahayyül diğerinden anlamlı şekilde farklı olacaktır (64).”
Amazon yerlileri ile televizyon karşısındaki ailelelerin benzerliği
Bostancı’nın kitabında televizyonun etkisi üzerine ilginç bir benzetme var. “İletişim Teknolojileri ve Aile” başlığı altında verilen örnek dikkat çekici:
“Clatres, Amazon yerlileri üzerine yaptığı bir çalışmada, gece olunca, ormanın derinliklerinde bir ateşin başında toplanan yerlilerin ağır ağır şarkılar söylemeye başladıklarını anlatır. Yerlilerin söylediği ortak bir şarkı değildir, orada, dışarıdan bakıldığında sanki hep beraber söyleniyor gibi görünmekle birlikte herkesin yaptığı kendi başına ve kendi şarkısını söylemektir. Bu, dinleyicisi olmayan, herkesin hem söyleyen hem dinleyen olduğu, ötekilerle aynı mekanda ancak derin bir sosyal mesafeyle gerçekleştirilen bir şarkı söyleme işidir. Televizyon da adeta Amazon yerlilerinin ritüeline benzer şekilde bir arada olmayı anlamsızlaştıran bir yalnızlık kutusu olarak kendi işlevini ortaya koyar. Hepimizin içinde yaşadığı, gündelik hayat rutinimizin bu pratiği karşısında ilim adamı, köylü, işçi, sanatçı vs insanın mesleği ve toplumsal statüsü ne olursa olsun hem gözleyen hem gözlenen konumunda bulunmaktadır ve bu durum herkesi az çok konu üzerine düşünmeye, belli kanaatlae varmaya teşvik etmektedir (106).