İslam ve Müslüman karşıtlığı, medya yoluyla geniş kitlelere ulaşıyor. Medya kuruluşları, kullandıkları dil ve yöntemlerle bu etkiyi genişletiyor. Peki, Batı medyası nasıl bir politikayla İslam karşıtlığını körüklüyor?
Taha Kılınç’a göre ana akım medya, İslam ve Müslüman karşıtlığında iki tür üst politikayla haber üretiyor. Bunlardan birincisi, İngiltere’nin direkt veya dolaylı biçimde etkilediği medya dilidir. Bu dilde muhatapların derinlemesine tanınması, haber sunumlarında ve meselelerin ele alınışında bu bilgiden sonsuz biçimde faydalanılması esastır. İkinci tip medya ise Amerikan ve Siyonist etkilere açık, muhatabının algılarına veya hassasiyetlerine yer vermemeye odaklı, İsrail’in menfaatlerini koruma konusunda açık şekilde taraflı bir dile sahiptir.
Din ve Hayat Dergisinde yayınlanan yazısında Kılınç, dünya medyasında aradaki nüansların, bu iki ana cephenin birine mutlaka daha yakın olduğunu ifade etti. Kılınç yazısının devamında konuya şu şekilde açıklık getirdi:
İngiltere merkezli medya dili
“1700’lerin ortalarından itibaren dünya çapında elde ettiği sömürgeler nedeniyle “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” olarak bilinen İngiltere, 1900’lerin başında bu devasa pastayı artık dünyanın diğer sömürgeci güçleriyle paylaşmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak, dünyanın merkezini oluşturan Ortadoğu coğrafyasındaki tartışılmaz İngiliz üstünlüğü, Londra’yı diğer güç merkezlerinden daha ileri bir noktaya taşıdı. 1930’lar itibariyle, İngilizlerin doğrudan veya dolaylı biçimde yönettiği topraklar Hindistan’dan başlıyor, Afganistan ve İran üzerinden Irak’a, oradan da Filistin ve Mısır’a uzanıyordu. Petrol başta olmak üzere, zenginliğin kaynağı da zaten tam da buralardı. İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte elindeki birçok sömürgeden vazgeçmek durumunda kalsa da, İngiltere, bir zamanlar yönettiği veya kontrol ettiği hiçbir coğrafyadan tamamen uzaklaşmadı. Bunun en önemli nedeni, hâkimiyet kurduğu coğrafyaları çok iyi tanıması, buna göre stratejiler geliştirmesi, düzen kurması ve çekildikten sonra da kendisine bağlı kalacak kadroları yetiştirmeyi başarmasıydı. İngiliz devlet aklını, günümüzdeki diğer sömürgecilerden ayıran temel fark da buydu. Bu fark, direkt biçimde medya diline ve akademiye de yansıyacak; başlarda görülen “sömürgeci ve tepeden bakan dil”, yerini hızlı bir şekilde “muhatabını anlayan ve ona yardımcı olan” gizli sömürgeci üslûba bıkacaktı. Hepsi de uzun yıllar boyunca İngilizlerin yönetimi altına kalan Hindistan, Filistin, Mısır, Kıbrıs gibi yerlerde bugün de açık bir şekilde görülen İngiliz taraftarlığını, burada aramak gerekir. Bu, İngiltere’nin amaçları açısından bir başarı öyküsüdür.”
Siyonist tezlerle şekillenen medyada İslam düşmanlığı
Bunun tam karşısında kalan Amerikan sömürgeciliği ise yalnızca yakıp yıkan, kurulu düzeni yok eden ve yerine de bir şey kurmayan, muhataplarını ciddiye almayan, tanımaya tenezzül etmeyen bir çerçeveyle dikkatleri çeker. Bugün dünyada “emperyalizm” dendiğinde akla yalnızca ABD’nin gelmesi, buna karşın ondan hiç de altta kalır yanı olmadığı halde İngiliz emperyalizminden neredeyse hiç söz edilmemesi de bu bağlamda gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Büyük ölçüde Siyonist tezlerin tesiri altındaki Amerikan/Batı basınında İslâm’a ve Müslümanlara yönelik ölçüsüz yorumların, ön yargıların, kaba genellemelerin ve rahatsız edici haberlerin yoğunluğu da yine devlet aklına hâkim olan bakış açısının bir ürünüdür.
Batı medyasının ürettiği İslam karşıtlığında ortak yönler nelerdir?
Kılınç yazısının devamında, iki üst politika nedeniyle haber dilinde belirgin farklılıklar göründüğünü ifade ederken diğer taraftan da İslam karşıtlığını üreten medya kuruluşlarının ortak özelliklerini de şu şekilde sıraladı:
“Müslümanlarla ilgili saha çalışmalarına büyük önem veriyorlar”
“Üç ortak özellikten de söz etmek yerinde olur: Her şeyden önce, İslâm ve Müslümanlarla ilgili saha çalışmalarına büyük önem verilmektedir. Ancak bu saha çalışmalarında Amerikan/Siyonist /Batılı medya organlarına hâlâ hâkim olan ön yargı nedeniyle, istenen neticenin alındığını söylemek güçtür. En bilgili gazetecilerin bile mâlûl bulunduğu bu aksaklık, nice haberin sakatlanmasına ve yorumun çöpü hak etmesine yol açmaktadır. İngiliz tipi medyanın, sahadaki varlığını daha somut ve soğukkanlı değerlendirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Orada da zaman zaman ön yargılı tipler sahneye çıksa da aradaki oran oldukça belirgindir. İngiliz tipi medya, Müslüman çalışan oranı açısından da Amerikan/Siyonist/ Batılı medyadan ayrılmaktadır.”
“Sünnî Müslümanlar odak noktaları”
“Bütün aşırılıkların, terör eylemlerinin ve terör eğilimlerinin “Sünnî Müslümanlara” yöneltilmesi noktasında da iki tip medya birbirine yaklaşmaktadır. Ortadoğu’daki hadiselerin nasıl aktarıldığına odaklanan dikkatli bir göz, her türlü aşırılığın ve kınanacak eylemin ısrarla “ekstremist sünnî gruplara” ihale edildiğini görecektir. IŞİD türü eylemler yapan Şiî gruplar da olmasına rağmen, ana akım dünya medyasında bunlara atıf yapıldığını görmek neredeyse mümkün değildir. Sıradan bir Batılı’nın zihninde, İslâm dünyasının çoğunluğunu oluşturan Sünnî kitlelerin nasıl bir imajla var olduğu, buradan yola çıkılarak tahmin edilebilir. Bununla bağlantılı olarak, İslâm dünyası ve Müslümanlar arasındaki azınlık, uç ve şâz gruplara yönelik aşırı ilgide de dünya medyası istisnasız bir birliktelik sergilemektedir. Sadece Türkiye söz konusu olduğunda değil, İslâm coğrafyasının her köşesinde, dünya medyası uçların ve azların peşindedir. Bu da, gündemleri ve ajandaları hakkında bilgi sahibi olmamıza yardımcı olan bir başka unsurdur.
“Müslümanlara iki istikamet gösteriliyor”
“Son olarak, İslâm dünyasının ve Müslümanların iki tür İslâm yorumu arasında adeta tercih yapmaya zorlanması ve teşvik edilmesi de iki ana akım medyanın buluştuğu üçüncü bir ortak paydadır. Yapılan bütün yayınlar ve paylaşımlar gözden geçirildiğinde, Müslümanlara iki istikametten biri gösterilmektedir: 1) İçi boşaltılmış, siyasî iddialarından ve dünyayı değiştirme amacından vazgeçmiş, sadece kalp temizliğine ve cici vatandaşlar olma hedefine indirgenmiş bir İslâm, 2) IŞİD ve türevleri üzerinden karikatürleştirilen, vahşi ve barbar bir din manzarası. Yeni Zelanda’daki katliamdan sonra Müslümanlarla ilgili yapılan bütün “sempatik” haberlerde ve onları “İngiliz Milletler Topluluğu’nun asil ve asıl üyeleri yapma” amaçlı kucaklama gösterilerinde, bu yönelişi açıkça görmek mümkündür.
Dünya ve Batı medyasının İslâm’la imtihanını konuşurken, tüm bu nüansların akılda tutulması, önümüze konan her yemeğin yenmemesi gerektiği gerçeğini de bize hatırlatacaktır.
İslam dünyasındaki medyanın sorumluluğu
Kılın, yazısının son kısmında, Batıda varlığı görülen üst politikalardan İslam dünyasındaki basın yayın organlarının da etkilendiğini kaydetti. “İslâm dünyasının basın-yayın organları da ne yazık ki İslâm’a ve Müslümanlara bakış noktasında yukarıdaki iki ana akımı takip etmektedir” değerlendirmesinde bulunan Kılınç, şunları söyledi:
“Çoğunluk Amerikan/Siyonist/Batılı tarafta kalmaktadır. İngiltere tipi medya organları ise hem İslâm dünyasındaki karmaşa ve kaos ortamı nedeniyle gelişememekte, hem de Müslüman toplumlara hâkim olan hamaset, ezbercilik ve kör coşkular yüzünden kıvamını bulamamaktadır. Müslüman dünyanın gazetecileri, entelektüelleri, akademisyenleri ve nihayet siyasetçileri, haber aktarımı ve kitlelere ulaştırma noktasında üçüncü ve adil bir yol icat etme sorumluluğuyla karşı karşıyadır bugün.”
Kitleleri ikna eden bir haber dili oluşturmak gerekiyor
“Müslümanların malzeme ve meta konumuna indirgendiği günümüzün medya dünyasında, kendi gündemini ve doğrultusunu belirleyen, başkalarının tespit ettiği konularla oyalanmak yerine kendi sahici mevzularına odaklanan, eleman yetiştiren, kitleleri ikna edici bir üslupla kendi dünya görüşüne yönlendirmeyi başaran bir habercilik dili oluşturmak gerekmektedir. Bu yapılmadığı takdirde veya bunun yapılması için bir çaba gösterilmediğinde, dünya medyasına hâkim olan iki ana akımdan birine öykünen ve nihayetinde kendi kendisini tüketen bir zihinsel dünyanın içine hapsolmak kaçınılmaz görünmektedir.”
Yazıyı kaynağından okumak için lütfen tıklayınız.
Taha Kılınç’a göre ana akım medya, İslam ve Müslüman karşıtlığında iki tür üst politikayla haber üretiyor. Bunlardan birincisi, İngiltere’nin direkt veya dolaylı biçimde etkilediği medya dilidir. Bu dilde muhatapların derinlemesine tanınması, haber sunumlarında ve meselelerin ele alınışında bu bilgiden sonsuz biçimde faydalanılması esastır. İkinci tip medya ise Amerikan ve Siyonist etkilere açık, muhatabının algılarına veya hassasiyetlerine yer vermemeye odaklı, İsrail’in menfaatlerini koruma konusunda açık şekilde taraflı bir dile sahiptir.
Din ve Hayat Dergisinde yayınlanan yazısında Kılınç, dünya medyasında aradaki nüansların, bu iki ana cephenin birine mutlaka daha yakın olduğunu ifade etti. Kılınç yazısının devamında konuya şu şekilde açıklık getirdi:
İngiltere merkezli medya dili
“1700’lerin ortalarından itibaren dünya çapında elde ettiği sömürgeler nedeniyle “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” olarak bilinen İngiltere, 1900’lerin başında bu devasa pastayı artık dünyanın diğer sömürgeci güçleriyle paylaşmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak, dünyanın merkezini oluşturan Ortadoğu coğrafyasındaki tartışılmaz İngiliz üstünlüğü, Londra’yı diğer güç merkezlerinden daha ileri bir noktaya taşıdı. 1930’lar itibariyle, İngilizlerin doğrudan veya dolaylı biçimde yönettiği topraklar Hindistan’dan başlıyor, Afganistan ve İran üzerinden Irak’a, oradan da Filistin ve Mısır’a uzanıyordu. Petrol başta olmak üzere, zenginliğin kaynağı da zaten tam da buralardı. İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte elindeki birçok sömürgeden vazgeçmek durumunda kalsa da, İngiltere, bir zamanlar yönettiği veya kontrol ettiği hiçbir coğrafyadan tamamen uzaklaşmadı. Bunun en önemli nedeni, hâkimiyet kurduğu coğrafyaları çok iyi tanıması, buna göre stratejiler geliştirmesi, düzen kurması ve çekildikten sonra da kendisine bağlı kalacak kadroları yetiştirmeyi başarmasıydı. İngiliz devlet aklını, günümüzdeki diğer sömürgecilerden ayıran temel fark da buydu. Bu fark, direkt biçimde medya diline ve akademiye de yansıyacak; başlarda görülen “sömürgeci ve tepeden bakan dil”, yerini hızlı bir şekilde “muhatabını anlayan ve ona yardımcı olan” gizli sömürgeci üslûba bıkacaktı. Hepsi de uzun yıllar boyunca İngilizlerin yönetimi altına kalan Hindistan, Filistin, Mısır, Kıbrıs gibi yerlerde bugün de açık bir şekilde görülen İngiliz taraftarlığını, burada aramak gerekir. Bu, İngiltere’nin amaçları açısından bir başarı öyküsüdür.”
Siyonist tezlerle şekillenen medyada İslam düşmanlığı
Bunun tam karşısında kalan Amerikan sömürgeciliği ise yalnızca yakıp yıkan, kurulu düzeni yok eden ve yerine de bir şey kurmayan, muhataplarını ciddiye almayan, tanımaya tenezzül etmeyen bir çerçeveyle dikkatleri çeker. Bugün dünyada “emperyalizm” dendiğinde akla yalnızca ABD’nin gelmesi, buna karşın ondan hiç de altta kalır yanı olmadığı halde İngiliz emperyalizminden neredeyse hiç söz edilmemesi de bu bağlamda gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Büyük ölçüde Siyonist tezlerin tesiri altındaki Amerikan/Batı basınında İslâm’a ve Müslümanlara yönelik ölçüsüz yorumların, ön yargıların, kaba genellemelerin ve rahatsız edici haberlerin yoğunluğu da yine devlet aklına hâkim olan bakış açısının bir ürünüdür.
Batı medyasının ürettiği İslam karşıtlığında ortak yönler nelerdir?
Kılınç yazısının devamında, iki üst politika nedeniyle haber dilinde belirgin farklılıklar göründüğünü ifade ederken diğer taraftan da İslam karşıtlığını üreten medya kuruluşlarının ortak özelliklerini de şu şekilde sıraladı:
“Müslümanlarla ilgili saha çalışmalarına büyük önem veriyorlar”
“Üç ortak özellikten de söz etmek yerinde olur: Her şeyden önce, İslâm ve Müslümanlarla ilgili saha çalışmalarına büyük önem verilmektedir. Ancak bu saha çalışmalarında Amerikan/Siyonist /Batılı medya organlarına hâlâ hâkim olan ön yargı nedeniyle, istenen neticenin alındığını söylemek güçtür. En bilgili gazetecilerin bile mâlûl bulunduğu bu aksaklık, nice haberin sakatlanmasına ve yorumun çöpü hak etmesine yol açmaktadır. İngiliz tipi medyanın, sahadaki varlığını daha somut ve soğukkanlı değerlendirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Orada da zaman zaman ön yargılı tipler sahneye çıksa da aradaki oran oldukça belirgindir. İngiliz tipi medya, Müslüman çalışan oranı açısından da Amerikan/Siyonist/ Batılı medyadan ayrılmaktadır.”
“Sünnî Müslümanlar odak noktaları”
“Bütün aşırılıkların, terör eylemlerinin ve terör eğilimlerinin “Sünnî Müslümanlara” yöneltilmesi noktasında da iki tip medya birbirine yaklaşmaktadır. Ortadoğu’daki hadiselerin nasıl aktarıldığına odaklanan dikkatli bir göz, her türlü aşırılığın ve kınanacak eylemin ısrarla “ekstremist sünnî gruplara” ihale edildiğini görecektir. IŞİD türü eylemler yapan Şiî gruplar da olmasına rağmen, ana akım dünya medyasında bunlara atıf yapıldığını görmek neredeyse mümkün değildir. Sıradan bir Batılı’nın zihninde, İslâm dünyasının çoğunluğunu oluşturan Sünnî kitlelerin nasıl bir imajla var olduğu, buradan yola çıkılarak tahmin edilebilir. Bununla bağlantılı olarak, İslâm dünyası ve Müslümanlar arasındaki azınlık, uç ve şâz gruplara yönelik aşırı ilgide de dünya medyası istisnasız bir birliktelik sergilemektedir. Sadece Türkiye söz konusu olduğunda değil, İslâm coğrafyasının her köşesinde, dünya medyası uçların ve azların peşindedir. Bu da, gündemleri ve ajandaları hakkında bilgi sahibi olmamıza yardımcı olan bir başka unsurdur.
“Müslümanlara iki istikamet gösteriliyor”
“Son olarak, İslâm dünyasının ve Müslümanların iki tür İslâm yorumu arasında adeta tercih yapmaya zorlanması ve teşvik edilmesi de iki ana akım medyanın buluştuğu üçüncü bir ortak paydadır. Yapılan bütün yayınlar ve paylaşımlar gözden geçirildiğinde, Müslümanlara iki istikametten biri gösterilmektedir: 1) İçi boşaltılmış, siyasî iddialarından ve dünyayı değiştirme amacından vazgeçmiş, sadece kalp temizliğine ve cici vatandaşlar olma hedefine indirgenmiş bir İslâm, 2) IŞİD ve türevleri üzerinden karikatürleştirilen, vahşi ve barbar bir din manzarası. Yeni Zelanda’daki katliamdan sonra Müslümanlarla ilgili yapılan bütün “sempatik” haberlerde ve onları “İngiliz Milletler Topluluğu’nun asil ve asıl üyeleri yapma” amaçlı kucaklama gösterilerinde, bu yönelişi açıkça görmek mümkündür.
Dünya ve Batı medyasının İslâm’la imtihanını konuşurken, tüm bu nüansların akılda tutulması, önümüze konan her yemeğin yenmemesi gerektiği gerçeğini de bize hatırlatacaktır.
İslam dünyasındaki medyanın sorumluluğu
Kılın, yazısının son kısmında, Batıda varlığı görülen üst politikalardan İslam dünyasındaki basın yayın organlarının da etkilendiğini kaydetti. “İslâm dünyasının basın-yayın organları da ne yazık ki İslâm’a ve Müslümanlara bakış noktasında yukarıdaki iki ana akımı takip etmektedir” değerlendirmesinde bulunan Kılınç, şunları söyledi:
“Çoğunluk Amerikan/Siyonist/Batılı tarafta kalmaktadır. İngiltere tipi medya organları ise hem İslâm dünyasındaki karmaşa ve kaos ortamı nedeniyle gelişememekte, hem de Müslüman toplumlara hâkim olan hamaset, ezbercilik ve kör coşkular yüzünden kıvamını bulamamaktadır. Müslüman dünyanın gazetecileri, entelektüelleri, akademisyenleri ve nihayet siyasetçileri, haber aktarımı ve kitlelere ulaştırma noktasında üçüncü ve adil bir yol icat etme sorumluluğuyla karşı karşıyadır bugün.”
Kitleleri ikna eden bir haber dili oluşturmak gerekiyor
“Müslümanların malzeme ve meta konumuna indirgendiği günümüzün medya dünyasında, kendi gündemini ve doğrultusunu belirleyen, başkalarının tespit ettiği konularla oyalanmak yerine kendi sahici mevzularına odaklanan, eleman yetiştiren, kitleleri ikna edici bir üslupla kendi dünya görüşüne yönlendirmeyi başaran bir habercilik dili oluşturmak gerekmektedir. Bu yapılmadığı takdirde veya bunun yapılması için bir çaba gösterilmediğinde, dünya medyasına hâkim olan iki ana akımdan birine öykünen ve nihayetinde kendi kendisini tüketen bir zihinsel dünyanın içine hapsolmak kaçınılmaz görünmektedir.”
Yazıyı kaynağından okumak için lütfen tıklayınız.