İnsanların zihniyet değişimi, dönüşümü yaşamaları ilgi çekicidir. Din değiştirmeleriyse nevi şahsına münhasır bir çatışma ve heyecan üretir. Hele de medyatik olanları… Ancak benim için biri(leri)nin mucizevi, anlık değişiminden daha çok süreç içinde dönüşümü anlamlıdır. Zira gördüğü bir rüya ve yaşadığı bir travmayla dönüşüm geçirenler okuyucuya, dinleyiciye çok fazla malzeme vermezler. Nihayetinde yaşadıkları bireysel tecrübeye dayalı, bir yönüyle aşkın bir olaydır. Şüphesiz değerlidir. Ama tahkiyesi kolay olmadığı gibi yeterince ilgi çekici de değildir.
Oysa berikilerin anlatabileceği görece uzun, entelektüel ve etkileyici bir öyküleri vardır. Hayat tarzı ve dünya görüşü düzeyinde değişim-dönüşüm yaşayanların hikâyelerini okumaktan/dinlemekten bir dizi psiko-sosyal, kültürel, dinî ve ahlakî çıkarım yapmak kolay, zevkli, doğal hatta gereklidir. Muhammed Esed’in Mekke’ye Giden Yol’u, Roger Garudy’nin Hatıralar’ı ve Gazali’nin el-Munkız min ed-dalal’ı akla gelebilecek örnekler arasında sayılabilir.
Elimde böylesi bir sürecin kitaplaşmış hali duruyor. Hollanda’nın bir dönem genç ve popüler siyasetçilerinden Joram van Klaveren[1]’in kişisel irtidad, bize göre ihtida, sürecini anlatan Mürted adlı kitabı. Kitabın alt başlığı Sekülerleşme ve Terör Zamanlarında Hristiyanlıktan İslam’a Geçiş. Leyla Yıldırım tarafından tercüme edilen 152 sayfalık kitap Mana Yayınlarınca 2024 Şubat’ında neşredilmiş. Önsöz, kaynakça ve on iki bölümden oluşan kitap, kendine mahsus, tutarlı ve müfid-i muhtasar bir kurguya sahip.
Hollanda Özgürlük Partisi’nde (PVV), aşırı sağcı lider Geert Wilders’n en yakınında siyaset ve bir dönem de (2010-2014) milletvekilliği yapan Joram van Klaveren; İslam karşıtı görüşlerinin nasıl değiştiğini, Müslüman olma sürecinde düşündüğü, tartıştığı ve araştırarak elde ettiği sonuçları kısa ve öz olarak kamuoyuna deklare ediyor, bu kitapla. Kitap boyunca alt metninden ‘ey dünya kamuoyu, medya mensupları Müslüman oldum çünkü…’ hitabı hissediliyor.
Amsterdam’da 1979’da Kalvinist kiliseye bağlı dindar bir Protestan ailede dünyaya geldiğini aktaran Klaveren, üniversitede karşılaştırmalı dinler tarihi eğitimi aldığını, gençliğinden itibaren farklı inanç sistemlerine meraklı olduğunu söylüyor. Üniversiteye gittiği ilk gün 11 Eylül saldırıları olmuş. Daha sonra ünlü film yapımcısı Theo van Gogh, kendisine ‘cihatçı’ diyen bir adam tarafından öldürülmüş. Aynı dönemde Beslan ve Londra’daki sözde cihatçı saldırılar ‘islamafobik’ duygu ve düşünce dünyasını iyice pekiştirmiş. Ve bu saldırganlarla mücadele için bir şeyler yapmak adına Özgürlük Partisine (PVV) katılmış. 2010-2014 döneminde aynı partide parlamenter olarak görev yapmış. Daha sonra öncelikle ülkesini ve tüm dünyayı, barbar (!?) Müslümanlara karşı uyarmak için kitap yazmaya karar vermiş. Ama sonuçta şimdi elimizdeki metin ortaya çıkmış.
Tabii bahse konu terör saldırı ve eylemlerinin arka planındaki puslu atmosfere ve bu olayların haberleştirilme / sunulma tarzına dair yorum yapmaması şaşırtıcı. Zira müellif ele aldığı her konuyu analitik ve rasyonel bir düzlemde değerlendirme özenini koruyor. Doğal olarak kendisinden İslamofobik haberler hakkında da birkaç şey söylemesi beklenirdi.
Klaveren, erken zamanlarda bile Hristiyanlığın teslis (Baba, Oğul, Kutsal Ruh), Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi ve ilk günah gibi bazı öğretilerini sorgulamaya başladığını vurguluyor. Hristiyanlıkla ilgili sorularına yanıt ararken üniversiteye başladığını kaydediyor.
İslam hakkında araştırma yaparken; Prof Dr. Abdülhakim Murad, Şeyh Hamza Yusuf, Şeyh Muhammed Arab ve Yageen Institute yetkililerinden Ömer Süleyman gibi araştırmacı ve kanaat önderleriyle zihinsel ve kültürel temaslar kurduğunu müşahede ediyoruz. Batı’da özellikle Hollanda’da islamofobik nitelik taşımayan kaynakların azlığı işlerini biraz zorlaştırıyor. Ancak kitabın atıflarına ve kaynakçasına bakınca özellikle İngilizce, Almanca hatta Arapça eserlere rahatlıkla erişerek bu zorluğu aştığını görüyoruz. Okuma yelpazesinin genişliği takdiri hakkediyor.
Kitapta, nesnelliğini koruma kaygısından olmalı, hem Müslümanlara hem oryantalistlere hem de Batılı araştırmacılara atıfta bulunuyor. Bu kapsamda, M. G. Watt, B. Lewis, M. Cook, K. Armstrong, J. Brown gibi bir dizi isim ve Brill İslam Ansiklopedisi gibi kurumsal yayınlar sayılabilir.
Eskiden beri şehvet düşkünü bir tiran (!) olarak tanıya geldiği (Hz.) Muhammed’i; bir baba, bir arkadaş, bir öğretmen ve bir devlet adamı olarak, Martin Lings gibi Müslümanlardan okudukça bakış açısı değişiyor. Sözgelimi Hz Peygamber’in Necran Hristiyanlarının Mescid-i Nebevi’de ibadet etmelerine izin vermesinden, mütevazi kişiliğinden ve elinin emeğiyle geçinmesinden çok etkileniyor.
Hz. Aişe ile yaptığı evliliği insanlık tarihinin doğal akışı, dönemin sosyo-kültürel ve siyasi yapısı kapsamında değerlendirmesi kolaylaşıyor. Üstelik bu konuda Hz Muhammed’e getirilen en eski eleştirinin 1900’lerde David Margoliouth tarafından formüle edildiğini önceki İslam karşıtlarının bile buraya takılmadığını vurguluyor. Çocuk denecek kadar genç kızların evliliği yakın zamanlara kadar tüm dünyada yaygın ve geçerliydi, demeyi de ihmal etmiyor. Keşke buralarda ilave bilgi, tecrübe ve değerlendirmeleriyle LGBTQ+ gibi konulara girerek; insanlığın geleceği anlamını taşıyan neslin selamet ve istikbaliyle nasıl oynandığına da değinseydi.
Okudukça Batı’nın çelişkilerini fark ediyor. Ama bu durum İslam dünyasında ve dünya genelinde görülen şiddet, göç, antisemitizm, çocuk evliliği ve namus cinayetlerini eleştirmesine engel olmuyor. Sadece bu ve benzeri konuların İslam’dan ziyade, tarihten devralına gelen ataerkil mirasın kodlarıyla ilgili olduğunu anlamasını sağlıyor.
Örneğin şimdilerde çocuk ve kadın hakları cenneti gibi görünen Avrupa ülkelerinde 80’li yıllara kadar zina eden kadın yakınını (eşi, kızı, kız kardeşi vb) öldüren erkek; onurunu koruduğu için cezalandırılmıyor veya hafif cezalarla kurtulabiliyordu. Hala dünyanın bazı bölgelerinde kız çocukları rıza ve istekleri gözetilmeden evlendirilebiliyor. Ortadoğu’dakilerden İslam düşmanlığı elde edebilirsiniz ama Çin ve Hint bölgelerini nasıl değerlendireceksiniz?
Tabii bu türlü sosyal konularla ilgili olarak, Hollanda ve Avrupa kaynaklı kimi araştırma ve istatistiklerden istifade eden yazar her nedense madde-uyuşturucu bağımlılığı, eğlence sektörü ve iş kazaları gibi ölümcül sonuçlu diğer olgulara değinmeyi unutmuş yahut konuyla bağını kur(a)mamış gibi görünüyor. Zira hedef çocuğu, genci, yaşlısı, kadını ve erkeğiyle insanı korumak ve özgür kılmaksa diğer denge ve bileşenleri de dikkate alarak hareket etmek gerekirdi.
İslam dünyasında ve gelişmekte olan bölgelerde hüküm ferma olan gelir dağılımı adaletsizliğinin kaynaklarından; göç, çatışma ve savaşların sebeplerine nazar buyurduktan sonra eleştiri kılıcını kuşanmak daha hakkaniyetli olacaktır. Keşke Irak, Afganistan, Sudan, Somali ve Gazze’ye ihsan buyrulan demokrasi ve özgürlüğün; kan, gözyaşı, açlık, evsizlik ve ölümden başka bir şey getirmediğine de vurgu yapsaydı, demeden edemiyor insan. Ama hakkını teslim edelim. Yazar kitap boyunca değişik vesilelerle zımnen, X hesabında ise açıkça İslam dünyasının hariçten kuşatılmışlığına dikkat çekiyor.
Joram van Klaveren, sekülerleşme ve terör gibi handikapları aşarken; Hristiyanlıktan uzaklaşarak İslam’a vasıl olma yolunda, takıldığı duraklarda okuyup tartıştıklarını, zihnine (kalbine) takılan soruları nasıl ve kimlerin yardımıyla cevaplandırdığını, magazinel ayrıntılara girmeden, sıcak, samimi, akıcı ama rasyonel bir üslupla anlatıyor. Böylece zımnen İslamlaşma hak ve özgürlüğünü tahkim ederek kamuoyuna deklare ediyor.
İşin doğrusu yazarın zikretmeye değer bulduğu açmazların neredeyse tamamı medyada sık sık gündeme gelen küresel(leştirilmiş) gündemin ilk sıralarındaki tanıdık konular: Tanrı ve kanıtları, Teslis, İslam’ın Allah İnancı, (Hz.) Muhammed (Kitab-ı Mukaddes’de müjdelenen) Peygamber mi, İslam şiddet dini mi, (Hz.) Aişe’nin evlenme yaşı ve İslam’da kadın meselesi, Antisemitizm, Vahhabilik vb.
Bu çerçevede Tanrıyı öldüren Batı medeniyetinden gelen bir zihinle tanrının varlığına dair konuşmanın imkânsızlığına da işaret ettikten sonra kozmolojik, teleolojik ve ahlaki delillerin tanrı inancı için en ikna edici deliller olduğunu da zikretmeden geçmiyor. Hristiyanlığın teslis anlayışı, olanca farklı yorumlarına rağmen, yazarı ikna etmiyor. Hristiyanlıkla yaşadığı sorunlar arasında insanın ilk/aslî günahla doğması, İncillerin otantikliğine ilişkin güvensizlik, apokrif İncillerin çokluğu ve aralarındaki çelişkiler, insan iradesinin dini düzlemde adeta yok sayılması gibi daha birçok tutarsızlığa tanık olduğunu ve sorun yaşadığını ima, izhar ve ifade ediyor.
İslam’ın tek tanrı inancı, ‘Allah’ tasavvuru; Esma-i Hüsna’sıyla hayata ve hakikate her zaman ve mekânda müdahil ve kişiye şah damarından daha yakın olan ‘Rabbulalemin’ anlayışı yazarı etkiliyor. Tabii şahsi okumalarıyla oryantalistlerin kimi zaman İslam karşıtı hatta düşmanı yorumlarına maruz kalıyor. Örneğin ‘Allah’ kelimesinin Hübel ve ay tanrısından mülhem olduğu yanılgısını okuyor. Hâlbuki ‘Allah’ kavramı müştakı, tesniyesi/ikili ve çoğulu olmayan alem isim ve lafza-i celaldir.
Ancak M. G. Watt, K. Amstrong, M. Cook ve B. Lewis gibi daha insaflı oryantalistleri okuması ufkunu açıyor. Daha önemlisi Abdulhakim Murad ve Hamza Yusuf gibi Müslümanlarla bağlantı kurması, Martin Lings ve Muhammed Esed gibi müellifleri okuması yoldaş sıkıntısı çekmediğini gösteriyor.
Yazarın küresel dünyada medyanın propaganda bombardımanına maruz kalan ortalama zihinlere takılabilecek soru(n)ları gündeme alması özel bir değer taşıyor. Örneğin dinden dönenler öldürülmeli mi? Yahudilik, Hristiyanlık hatta Zerdüştlük’te bile bu sorunun cevabı evetken; sadece İslam’la gündeme gelmesi sizce de manidar değil mi? Üstelik Ebu Hanife gibi âlimlere göre irtidad eden kadınsa; savaşamayacağı, İslam düşmanlığı kabilinden eylemler yap(a)mayacağı gibi mülahazalarla, öldürülmez.
Ama bu özgürlük abidesi değerler kimin umurunda… Milyarlarca dolarlık petrol gelirleriyle Vahhabi/Neo-Selefi anlayış ve aktörleri fonlayan körfez sermayesi yıllardır eke durduğu rüzgârın, fırtına ve tufanını biçmeye başlamıştır. Şimdilerde Suudilerin ‘ılımlı/modarete İslam’ hevesleri depreşmiş olsa da atı alan sadece Üsküdar’dan değil medyanın değdiği hemen her yerden kasırga gibi geçmiştir.
Yazara göre Neoselefi/Vahhabi anlayış sorunludur. Çünkü geleneği yok sayarak Kur’ân ve Sünnete çağırır. Hâlbuki geleneğinden koparılan İslam tasavvuru kendine özgü bir aymazlıkla doğrudan Kuran ve Sünneti öne çıkardığını sanırken pek çok aşırılıklara davetiye çıkarır. En önce kendi egosunu ve söylemini yani Kuran ve Sünnetten anladığını tabulaştırmaktadır. Ama her bir insan/Müslüman aynı şeyi yaparsa ne olur, sorusunu sormamıştır.
Bu bağlamda yazarın Maturidilik, Eş’arilik ve dört fıkhi mezhebe yaptığı makul ve pozitif göndermeler umut vericidir. Zira yeni Müslüman olan birinin mezhep olgusunu bu ölçüde serinkanlılıkla karşılayıp kabullenmesi şaşırtıcıdır. Geçmişinde Hristiyanlıktaki mezhep karmaşa ve kavgalarına dair okumaları adeta kendisini İslam mezheplerini kolayca kavrayıp kanıksamaya hazırlamış olmalıdır.
Yazar benzer bir şekilde Kur’an’ın metinleşme tarihi, vahiy ve nesh gibi konuları da kolaylıkla içselleştirebilmiştir. Ancak kanonizasyon ve kodifikasyon gibi kavramların Kur’an bağlamında kullanılması şık durmamaktadır. Bu durum çeviriden de kaynaklanıyor olabilir. Tam bu noktada çevirmen ve yayınevi dikkate alır umuduyla indeks eklenmesinin de yararlı olacağı kanaatimi paylaşmak istiyorum.
Şimdilerde iyice ısınan antisemitizm konusunda dikkatli bir inceleme yaparak İslam’ın genelde kitap ehline özelde Yahudilere iyi davrandığı halde; kolayca tahmin edilebilecek bir dizi gerekçeye bağlı olarak antisemitik eğilimin Hristiyan ve Müslüman toplumlarda varlığını koruduğu yönündeki tespitini ifade ediyor. Bu kapsamda Filistin mevzusuna da işaret ediyor. X hesabında da İsrail’i açıkça eleştiriyor.
İslami bakış açısını ilahi değerlerle belirlenmiş sabiteleri koruması bakımından muhafazakâr; insan özgürlüğüne değer vermesi bakımından liberal bir perspektif olarak mülahaza ederken; İslam’ın/Müslümanların Modern Batı Medeniyetine katkılarına da dikkat çekmeyi ihmal etmiyor. Bu noktada İslam’ın ideolojik kalıplara hapsedilmemesi yönündeki vurgusu özel bir değer kazanıyor. Yazarın bölümler arasındaki sayfalarda yer alan sembolik alıntıları ile eser boyunca yaptığı atıflar; araştırmacı, analitik ve entelektüel karakterini ortaya koyuyor.
Kaderini ve kendisini, Hristiyanları yok etmeye çalışırken önemli bir Hristiyan lidere dönüşüveren Pavlus’a benzeterek kitabını sonlandırıyor. Kitabın son kısmında Muhammed Esed’e atıfta bulunması da özel bir değer taşıyor. Ama Klaveren, henüz Muhammed Esed ve Abdulhakim Murad gibi Müslümanlara özgü bir isim edinmemiş gibi görünüyor. Bize de Allah cümlemizi hidayet ve istikamet üzere daim eylesin, demek düşüyor.