Atalarımız ağlamayana emzik verilmez demişler. Bu sebeple haksızlığa uğrayanlar seslerini bir şekilde duyurmaya ve emzik edinmeye gayret ediyorlar. Lakin ahir zaman işte kimin sesi daha yüksek ve yoğun, görseli daha çarpıcı olursa onun daha haklı olduğu vehmi hâkim oluveriyor, kamuoyuna. Bu sebeple konvansiyonel ve dijital medyanın emperyalist oligarkları yaklaşık kırk gündür devam eden katliam yerine Siyonist söylem ve eylemlerin haklılıklarına yol arıyor.
İçinde yaşadığımız dünyanın pek çok iş ve ilişkiyi iletişim endüstrisinin oyunlarıyla yönettiği bir atmosfere dönüştüğünü hisseder ve bilirdim. Lakin küçücük çocukların sıcacık ama ölü bedenlerinin bile bu işler için kullanılması, dahası anne-babalarının çaresiz çığlıklarına belenmiş gözyaşlarının medya manipülasyonlarının basit bir aparatına dönüştürülmesi, benim de beklemediğim bir durumdu. Başkasını bilmem ama benim vicdanım bu kadar da olmaz diyor.
Bir taraftan İsrail ve Siyonist güç odakları her nevi iletişim kanal ve imkanını domine ederken öbür yandan bazı toplumsal kesimler adeta daha ‘Filistinci’ veya barışçı olma yarışındalar. Ve maalesef sonuç asla değişmiyor. Çocuklar öl(dürül)meye devam ediyor. Ne barış sağlanıyor, ne Filistin kur(t)uluyor ne de Siyonistler arz-ı mev’uduna erişebiliyor. Biz sıradan halkların payına da umutsuzca beklemek düşüyor.
Basın ve iletişim ahlakı/etiği diye bir şey varsa, berhava edilerek ölümlerin sıradan bir istatistik olduğu gözümüze sokuluyor. Kan, gözyaşı, açlık, susuzluk, ilaçsızlık, evsizlik gibi olguların algı yönetiminin minicik birer enstrümanı haline geldiğini bir kere daha öğreniyoruz. Öğrendikçe kanıksıyor ve bu katliamları sıradanlaştırıyoruz.
Çocukların, kadınların canice öldürülmesi ve silahsız insanların yerinden yurdundan edilmesi; haber programlarında kaç dakikalık görüntü olarak kullanılabilir sorusu işin özünden daha önemli hale geldi. Ölümlerin bizatihi kendisi görsel ve manipülatif değerinden daha önemli değildir, diyecek hale geldik. Canlı savaş yayınlarında aşındıra aşındıra kaybettiğimiz vicdanımız; kimi zaman narsistik kimi durumlarda mazoşist komplikasyonlarıyla öz benliğimizden, haktan ve hakikatten uzağa düştü.
Normal şartlar altında bir trafik kazası hatta bir hayvan ölümünü bile dramatize edenlerin böylesi bir soykırımdan ne çok malzeme çıkarabileceğini varın siz takdir edin.
Bir haberin kapsadığı alan kadar önemli olduğu kabulünden hareketle bahse konu hazin görüntülere eklenen röportajlar ve kerameti medya patronajından menkul ‘uzmanların’ bilir kişi, akil adam pozlarının şehvetiyle söyledikleri ve daha neler neler…
Bütün bunların sizde nasıl bir hissiyat uyandırdığını bilemem ama bende hakikat ve yön duygusu kaybından mütevellit bir bunalım ürettiğini itiraf ediyorum. İşin doğrusu geleneksel ve yeni nesil iletişim dünyasının ağa babaları da bence bu durumdan gayet memnun.
Yani bu garip süreç sonunda zalimler dilediğini yaparken onların dolaylı müttefiki olan kitlesel ve sosyal iletişimin oligarkları da müşteri ve içerik zenginliğiyle mutlu kalıyor. Üzülenler sadece sıradan mazlum halklar.
Ama biliyorum ki istikbal mazlumların ayak izlerin(d)e akar. İstiklal çaresiz bir babanın çıplak elleriyle kazdığı enkazda çocuğunu sağ-salim bulma umudunda gizlenir. Korku ve duyarsızlıklar ise yeni nesil dijital ekranların parıltıları aracılığıyla izleyenlerin göz pınarlarına, gönül damarlarına insafsızca zerkedilir.
Hiç olmazsa dualarımızla; gözlerimizi, gönüllerimizi ve sevdiklerimizi bu türden hastalıklardan koruyalım. Lütfen.